
Yurtta Savaş, Cihanda Savaş
“Yurtta barış, cihanda barış” teoride bu söz umudun, bir arada yaşamanın ve huzurun pusulası olarak kulağa geliyor. Pratikte bugün ise iktidarın elinde bu söz, tersine çevrilmiş: Yurtta savaş, cihanda savaş! Türkiye, bir yandan hukuksuzlukla, baskıyla, adaletsizlikle çalkalanırken; sınır içinde ve sınır ötesinde Kürt düşmanlığıyla, bir kaos sarmalına sürükleniyor. Halkın ekmeği küçülürken, barış yerine savaş tamtamları büyüyor. Peki, bu gidişatı tersine çevirmek için ne yapmalı? Halkı nasıl ikna ederiz? Barışın, eşitliğin ve adaletin dilini nasıl kurarız?
Halkı İkna Etmenin Yolu: Somutluk
Lise yıllarımda coğrafya öğretmenim, karmaşık konuları sadeleştirerek, yaşadığı anılarla anlatırdı. Hayta bir öğrenciydim, ama onun dersinde coğrafyayı sevdim, çünkü beni kitaplardan değil, hayattan yakaladı. İşte halkı ikna etmenin sırrı da burada: Soyut teorilerle, ağdalı cümlelerle değil; yaşamlarına dokunan, somut örneklerle konuşmak. Türkiye’de sol-sosyalist hareketler, harika manifestolar yazıyor olabilir, ama sokağa inip “Bu senin meselen” denmedikçe, o kağıtlar duvarda asılı kalır. Ekonomi dedin mi kulak kabartıyorlar, çünkü ekmek derdi yakıcı. Ama demokrasi, eşitlik, Kürt meselesi dedin mi gözler uzaklara dalıyor. Neden? Çünkü bu meseleleri onların hayatıyla bağdaştıramıyoruz.
Mesela, Saraçhane’de günlerdir süren direnişten bahsedelim. Ekrem İmamoğlu’nun diplomasını iptal edip, bir çok insan gözaltına alındı tutuklandı. Bir belediye başkanına değil, halkın iradesine vurulan bir darbe. İktidar, “Seçme hakkınız var ama seçtiğinizi beğenmezsek yok sayarız” diyor. Bu, sadece İmamoğlu’nun meselesi mi? Hayır, hepimizin! Sandıkta “Egemenlik milletindir” dediler, ama şimdi “Egemenlik bizimdir” diye nara atıyorlar. Hani adalet? Hani hukuk? Adında “adalet” olan bir parti, rakibinin diplomasını iptal etmek için 31 yıl geriye gidip kumpas kuruyor. Bu mudur ileri demokrasi? AKP’nin “Nereden nereye” şarkısı tam bir arabesk trajediye dönüştü: Mazbata vermemekle başladılar, şimdi diplomayı ellerinden alıyorlar. Bir dahaki seçimde seçmenlerin nüfus kâğıtlarını mı iptal edecekler, merak içindeyim.
Kürt Meselesi: Hepimizin Demokrasi Sınavı
Kayyımlar atanıyor, anadilde eğitim reddediliyor, siyasetçiler ise cezaevinde. Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve bir çok Kürt siyasetçi hala cezaevinde. İktidar, çözmek yerine çözümsüzlüğü, fırsatçılığı derinleştiriyor. Peki, bu sadece Kürtlerin sorunu mu? Hayır! Kayyım, senin seçtiğin belediye başkanını da gasp edebilir. Bugün olduğu gibi. Miting alanlarından konuşmak yerine cezaevinden mitinge mektubun okunabilir. Yine bugün olduğu gibi. Tecrit, yarın senin sesini de susturabilir. Yarın olabilme ihtimalinin olduğu gibi. Bu, hepimizin özgürlük sınavı.
Dünyaya bakalım: İskoçya kendi parlamentosunu kurdu, Katalonya kültürel haklarını kazandı, İrlanda barışla uzlaştı. Türkiye neden yapamasın? Barış için somut adımlar atılmalı: Tecrit kaldırılsın, diyalog kapıları açılsın. Kayyım politikası çöpe atılsın, seçilmişler görevine dönsün. Demirtaş, Yüksekdağ ve tüm siyasi tutsaklar serbest bırakılsın. “Bırakın, bu sorunu hep birlikte çözelim” diyelim. Ama iktidar ne yapıyor? Muhalefet ortak Cumhurbaşkanı adayıyla birleşmesin diye İmamoğlu’na bile “örgüt yardımı” yaftası yapıştırıyor. Örgüt yok, ateşkes var ama AKP’nin kurnazlığı bitmiyor. Çözüm sürecinden ders almışlar: “Biraz özgürlük verirsek, bunlar sandıkta bizi devirir” korkusuyla yaşıyorlar. Haklılar da, çünkü halk uyandı.
Barışın Kıymeti ve Solun Eleştirilerine Cevap
Abdullah Öcalan mektubuyla örgütüne silah bırakma ve fesih çağrısı yaptı. Ateşkes ilan edildi, çatışmalar durdu, insanlar ölmedi. Barış konuşulmasının bile ne kadar kıymetli olduğunu gördük. Ama bazı sol-sosyalist çevreler, “AKP bundan güçlenir, Kürtleri kullanır” diye itiraz etti. Haklı kaygılar olabilir, ama şunu unutmayalım: Barış, birilerinin elinde oyuncak olacak diye reddedilecek bir lüks değil, hepimizin ihtiyacı. Daha önce çözüm sürecinde ne oldu? Kan durdu, demokrasi ve muhalefet nefes aldı. HDP %13’le Meclis’e girdi. Evet, AKP o süreçte tökezledi, ama bu barışın değil onların beceriksizliğinin sonucu. Şimdi çatışmalar ve ölüm haberleri sustu muhalefet birleşti, Saraçhane’de omuz omuza direndi. Bu, barışın birleştirici gücünü göstermiyor mu?
Solun şüpheciliğini anlıyorum, ama tarihe bakalım: Ulus devletler doğarken etnik farklılıklar mesele olmadı mı? Osmanlı’dan Türkiye’ye geçerken Kürt realitesi görmezden gelindi, merkezileşme dayatıldı. Bu, yüzyıllık bir yara. Öcalan’ın çağrısı, bu yarayı iyileştirmek için bir adım. “Ya her şeyi çöz ya da reddet” demek, idealizmdir. Barış, adı üstünde, bir süreçtir. Kanın durması bile başlı başına bir kazançtır. Eleştiren yoldaşlara soruyorum: Askerlerin ölmediği, halkın umutlandığı bir ortam mı zararlı, yoksa savaşın sürüp gitmesi mi? Barış, AKP’yi değil, halkı güçlendirir. Su akar, yolunu bulur; yeter ki biz o yolu tıkamayalım.
Savaşın Bedeli, Barışın Bereketi
İktidar, savaş politikalarıyla halkı yoksulluğa mahkûm ediyor. Askeri harcamalar fırlarken, eğitim ve sağlık bütçesi eriyor. Sınır ötesinde Kürt düşmanlığı pompalanırken, içeride ekmek kavgası büyüyor. O kaynaklar refaha harcansa, hepimizin hayatı değişir. Barışı savunmak, sadece silahların susması değil, o tankların parasının okullara, hastanelere gitmesi demek.
Ama bir sorun var: Meydanları boş bırakıyoruz. Bu boş bırakmak kalabalık kortejlerle, bayraklarla boş bırakmak anlamında değil. İkna etme, siyaset üretme konusunda boş bırakıyoruz. Saraçhane’de İmamoğlu’na destek için toplanan kitlelerin içine aşırı sağcı gruplar girdi, ırkçı söylemler, sloganlar ve işaretlerle provokasyon yaratmaya çalıştılar. Bu görüntülerden rahatsız olup meydanlardan uzak durmayı tercih edenler var. Peki bu, çözüm mü? Meydanları terk edersek, kim dolduracak? Aşırı sağın büyümesini mi izleyeceğiz, yoksa halkı örgütleyerek barışı mı savunacağız?
Faşist dediğiniz gençlerin çoğu aslında neyin ne olduğunu bilmiyor. Konuşunca ikna olanlar var. Onları tamamen kaybetmek yerine anlatmaya çalışmak gerek. Bu yazıyı okuyan sen bile geçmişte muhafazakâr, sağcı bir düşünceye sahip olmuş olabilirsiniz. Bugün nasıl değiştiyseniz, başkaları da değişebilir. Ama onları dışlayarak, tembellik yaparak “Bunlardan bir şey olmaz” demek en kolay yol. Zor olan ama asıl gerekli olan; anlatmak, örgütlenmek ve kazanmaktır.
Genel seçimler zamanında partimiz Emekçi Hareket Partisi (EHP), seçimlere Kürt halkı ve Türkiye Solu ile omuz omuza Emek Özgürlük İttifakı ile birlikte girdi. Ve Yeşil Sol Parti’ye (YSP) oy çağrısında bulundu. Bende Yeşil Sol Parti’nin seçim çalışmalarına katılma fırsatı buldum. Seçim çadırında otururken önümüzden geçen üç genç, ellerinde her partiden bildirilerle bir şeyler tartışıyordu. Ama Yeşil Sol Parti bildirisi ellerinde yoktu. Yanlarına gidip elimdeki bildiriyi uzattım. Yüzüme "Bu kesin terördür" bakışı attılar:). Üçü de kendini aşırı sağcı olarak tanımlıyordu, 18 yaşındaydılar, üniversite sınavına hazırlanıyorlardı. Oturduk, çay içtik, partinin programını anlattım. Sonunda ikisi “Abi ilk oyumu Yeşil Sol Parti’ye vereceğim” dedi. Üçüncüsü, “Ben biraz düşüneyim” dedi. İşte mesele tam da bu: Düşündürmek! O gencin kafasında bir soru işareti bırakmak bile çok değerliydi.
Bugün Saraçhane’de gövde gösterisi yapmaya çalışanlar da benzer bir durumda. Konuları bilmiyorlar bile. O yüzden, kaçmak değil, anlatmak; geri çekilmek değil, örgütlenmek gerekiyor. Meydanları terk etmeyelim. Barışı, eşitliği, adaleti hep birlikte kuralım.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.