Post

Kanaatler Değil Perspektif Belirler

Hedefsiz bir yaşam anlatısını oldum olası içselleştiremedim. En temel insani göstergenin ilişkilenme biçimlerinde aranması gerektiğini savunuyorum. Lenin'in ve tarihin doğru tarafında kalmayı başarabilmiş bütün devrimcilerin de vurguladığı gibi; "biz kimiz" değil, "ne yapacağız" sorusudur belirleyici olan.

Dolayısıyla bu, olgulara olguların çizdiği çerçevenin dışından bakabilmeyi gerektirir. Ancak bu onun dışında kalınması anlamına gelmez. Tam aksine, bir olgunun çarpıklığını açığa çıkarabilmek için, bütün boşluğunu gözler önüne serebilmek için onun içinde konumlanmalı, ve kendimizi bu olguyla ilişkilenmemiz dolayımıyla sınamalıyız.

İnsani varoluş toplumsaldır doğalında. Postmodern düşünürlerin varlığını iddia ettiği "toplumdan soyut olarak birey" anlatısını tahayyül etmek zordur. Biz insanları klasik bir hayvani güdüden kopartıp alan şey, bu ilişkilenmeleri birtakım hedefler doğrultusunda kurgulayabilmemiz ve bu süreç içerisinde sürekli olarak etkilenmemiz, değişmemiz ve yeni perspektifler öne sürebilmemizdir.

Bu çok genel felsefi anlatımın insani ilişkilerin bağrından çıkan, Engels'in dediği gibi toplumsal pratiğin en üst aşaması olan politikada, politik ilişkilerde neden yankı bulmadığını anlamakta güçlük çekiyorum.

"Ben ancak kanaatler belirtebilirim" lafı, tevazu sahibi kişinin göstereceği bir istisna olarak kalmalı, hoş bir sedaymışçasına politik perspektiflerin tartışıldığı mevzulara bırakmalıydı yerini.

Hedeflediğimiz idealler ya da insani ve politik gelişim sürecimiz arasındaki nüanslar doğrultusunda, gerçekleşen bir olaya, bu olayın da içkin olduğu sürece karşı farklı perspektiflerden politikalar üretilir. Olayın mevcut olgularda bulunan olanaksızlığı olağanlaştırması, en doğru politikanın ne olduğu konusunda kesin kararlar vermeyi oldukça zorlaştırır. Bu da özünde politikayı devrimci yapan unsurlardan biridir.

Politik olanı devrimci olmaktan, ve hatta "politik" olmaktan alıkoyan bu perspektif yoksunluğuna ise kanaatler diyorum. Kanaat kelimesine metafizik bir inanış ya da olaylara olguların içinden yani olanaksızlığın sınırından bakmak anlamlarını verebiliriz. Bu da vizyon yoksunluğunun dışavurumu, devrimciliğin yitip gitmesidir. "Ölsem de şu partiyle ittifak kurmam" gibi bir söylem ancak hareketi hareket halinde ele almamaktan, bir hedef doğrultusunda ilerleyememekten ortaya çıkabilir.

Süreçleri ele alışların, onu gözlerken kullanılan perspektif farklılıklarının var olması; farklı tarafların öne sürdüğü görüşleri tutarlı bir biçimde savunabilmesi devrimci deneyin olmazsa olmazıdır. Aksi takdirde, kaba bir ithamla perspektif yoksunluğunun yerine kanaatler değil, vahiyler demeye başlayabiliriz. Bu da Marx'ın da Lasallecıları eleştirirken kullandığı sosyalist tarikatlar benzetmesine uygun düşer.

Dediğim gibi, aşina olamadığım ilişkilenme biçimleri var. Özellikle bu kanaatlerin belirtilmesinin müstesnalığı, kendini tevazu maskesi altında gizleyip bütün bir tartışmanın seyrini değiştiriyor, bu da genel bir kaide haline geliyorsa. Devrimci bir tutum almak lafı, kim daha devrimci yarışına dönüşüyorsa.

Seçimler gibi bir olgu biz devrimcilerin karşısına geldiğinde elbette ki fikir ayrılıkları yaşanması olağandır. Meşru ve hem insani hem de bundan dolayı devrimci olan yöntem de bu ayrılıkların, perspektif farklılıklarının tartışılıp bir sonuca götürülmesidir. 

Bunun olmadığı her durumda bu ilişkilenmelerde feodal kalıntıları sezmek oldukça mümkün oluyor. Kanaatler bütün bir politik programın yerini alıyor, kanaatleri belirten yüce kişi de kutsama ya da kutsanma eğilimini kendi güvenli limanı olarak addediyor.

Bu kanaatlerin gündem haline getirilmesi, bitimsiz konuşmalara yol açar. Polemik elbette yararlıdır, ama bir nesnelliğin tartışmasıysa. Bu bahsettiğim tarz ise Mahir'in de yıllar önce eleştirdiği "Biz eskiyiz biliriz" gevezeliğinden başka bir şey değil.

Neredeyse bütün yurttaşları politik olmakta kenetleyen bir seçim süreciyle karşı karşıyayız. Fikir ayrılıklarının çıkması çok normaldir ancak kanaatler değil perspektifler öne sürüldüğünde, bu tartışmalar ortak bir zemini yaratabilir, süreci belirleyebilir.
 
"Tek devrimci tutum budur, doğru olanı biz yapıyoruz" gibi kanaat dahi sayılamayacak lafları politika yerine koymak yerine, Kapitalist düzenin dışında bir gelecek düşleyen bizlerin yapması gereken; bu özelliğimizi somut durumu sınarken kullanmak, programımızı da bu dolayımla öne sürmektir.

Bütün bu önsel konuşmanın akabinde, seçimler konusunu ve özelde de 14 Mayıs seçimlerini nasıl ele aldığımızı belirtmek gerekir.

1-Düzenden bağımsız bir özne olarak konumlanış, ancak düzen içi ilişkilenmelere girdiğimizde özümüzü ne kadar koruyabildiğimize bağlı olarak sınanabilir.

2-Yıllar boyunca kavga vererek kazanılmış, bütün düzen temsilcilerinin dahi meşru görmek zorunda bırakıldığı araçlar; devrimci bir tutumla dolayımlanmak zorundadır.

Bu iki önermeden birinin dahi unutulması, sözgelimi yanlış eğilimlere yol açabiliyor. "Bunların hepsi aynı burjuva ilişki biçimlerinin temsilciliğini yapar, dolayısıyla AKP-MHP ve diğer düzen güçleri arasında bir fark gözetmemek gerekir" anlayışı seçimlerin önemsiz olduğu sonucuna varabiliyor. Bu sonuca varmasa dahi "düzen güçlerinin hiçbiriyle kesinkes ilişki kurulmamalıdır" gibi bir kriter öne sürebiliyor.

Bunların temelinde, kendi öznel gücümüzün küçümsenmesinin ve düzen güçlerinin stratejik anlamda fazla kuvvetli görülmesinin yattığını düşünüyorum. Bu da yenilgi yıllarının bize bıraktığı bir miras olarak saptanabilir. Bu psikopolitik inceleme, "Tayyip Erdoğan yenilse bile koltuğu bırakmaz" gibi kanaatlerin ortaya çıkabilmesini açıklar. Ayrıca perspektif ve vizyon eksikliğinin de sebebidir.

Öne sürdüğümüz program ve hedef bağlamında politik bir sürece dahil olmak, örgütlenme açısından olayları inceleyebilmemizin koşulu ve sonucudur. Ayrıca apolitizm bataklığından bizleri kurtarabilecek tek tutum da olayları bu açıdan inceleyebilmektir. "Seçimler bizi ilgilendirmez/önemsizdir" anlayışı burada kendiliğinden çürür.

Tartışmaya değer bulduğum ise bu seçimlerin sonucunda devrimci politikanın ne yönde etkilenebileceği konusu. Emekçi halkın ve biçimsel anlamıyla demokrasinin başına bir kabus gibi çökmüş AKP hükümetinin gönderilmesi konusunda ortaklaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Yerine gelecek başka bir düzen hükümeti ondan farklı olacak diye değil; halklar bir demokratikleşme zemini üzerinde ortak irade kurabildikleri için. Ayrıca daha ikircikli bir hükümetin biz devrimciler için düzeni teşhir etme fırsatı sağlayacağı aşikar.

Bu bağlamda bir diğer konu da AKP hükümetinin seçimi tekrar kazanması sonucunda atabileceği adımlar. Ayrıca buna bağlı olarak halkların ortak iradesinin bir yenilgi durumuyla hüsrana uğrayacağı apaçık. Sosyalist mücadele tarihi bu iradenin kırılmasının ne gibi sonuçlara yol açabildiğinin tarihidir. Nazizmin yükselişine kayıtsız kalan Alman Komünistlerinin durumu buna etkileyici bir örnek teşkil edebilir.

Toplamda bahsetmeye çalıştığım; süreçleri incelerken örgütlenme sorununu temel gündemimiz haline getirmemiz gerekliliği. Bu da ancak ve ancak perspektiflerin öne sürülmesi, tartışılması ve bu tartışmanın sonuçlara bağlanması sayesinde gelişir. Kanaatlerin ve "kanaat sahiplerinin" etkisi altında yapılan bitmez tükenmez atışmalar bir okuma kulübünde hoş karşılanabilir ama politikada asla.

 

Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.

İlgili Yazılar

Post

İstanbul Üniversitesi'nde Rant Emelleri

Post

Devrimcilik mi, Aktivizm mi?

Post

Ekranların Küçük Dünyası

Post

Sorun Var Çözüm Yok İtiraz Yasak

Post

Politik Sahnede Müziğin Akıbeti

Post

Gençlik Örgütlenmeli, Kendi Siyasetini Öne Sürmeli

Post

Kanaatler Değil Perspektif Belirler

Post

Örgütlü Bir Toplum Düşleyelim

Post

Asansörü De Değiştireceğiz, Bozuk Düzeninizi De