252534979.webp)
Sistem Çöküyor Kopuşun Zamanı Şimdi
Krizin Ötesinde Çok Katmanlı Çözülme
İçinden geçtiğimiz dönem, yalnızca bir ekonomik kriz ya da siyasal yozlaşma evresi değildir; bu, çok katmanlı bir toplumsal çözülme halidir. Türkiye’de mevcut toplumsal formasyon, hem siyasal hem de iktisadi düzlemde radikal bir tıkanma yaşamaktadır. Kriz, yalnızca ekonomik göstergelerle değil; toplumun etik, kültürel, kurumsal ve psikolojik dokusunda da kendini göstermektedir. Sistem, kendisini meşrulaştıracak bir anlatı üretememekte ve krize karşı halkı ikna edecek bir rıza mekanizması kuramamaktadır. “Normalleşme” çağrıları, “reform” vaatleri ve “liyakat” söylemleri artık bu yapısal çöküşü maskeleyemez durumdadır.
Liyakatin Gaspı, Umudun Yıkımı
Milyonlarca gencin hayalini kurduğu meslekleri elde edebilmek için yıllarca mücadele ettiği sınavların cevap kitapçıkları, bir gece yarısı siyasal iktidarın uzantısı olan tarikatlara tahsis edilmiş kontenjanlar olarak kamuoyuna yansımaktadır. Sahte diploma çeteleriyle istediği makamları satın alan ayrıcalıklı kesimlerin yükseltildiği bu sistemde, hayatını hak ederek ilerlemeye adamış gençlerin önü sistematik biçimde kesilmektedir. Bu tablo, yalnızca liyakatin değil; geleceğin, umudun ve adalet duygusunun da gasp edilmesi anlamına gelir. Milli Eğitim Bakanlığı gibi kurumlar bu tür skandallar karşısında utanmazca sessizliğini korurken, sözde yetkililer “tek adam”ın talimatları doğrultusunda hareket etmekten başka bir refleks gösterememektedir. Ailelerin uğruna her bedeli ödedikleri bu sistemin ürettiği tek sonuç, toplumsallaşmış işsizlik ve geleceksizliktir.
Devletin Mafyalaşması ve Kurumsal Çöküş
Bu çürüme, istisnai bir durum değil; kapitalist sistemin yapısal ve tarihsel bir niteliğidir. Kapitalizmin içsel çelişkileri, her kriz anında sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal düzeyde de çözülmeleri beraberinde getirir. Türkiye’deki çözülme, 1980 sonrası uygulanan neoliberal birikim rejiminin ve bu rejimin taşıyıcısı haline gelen otoriter devlet formunun doğrudan sonucudur. Yaşanan her yolsuzluk, her sahtekârlık, her kayırmacılık bu sistemin “kriz anormalliği” değil, “normal işleyişi”dir. Devlet, artık yalnızca sermaye birikimini korumakla kalmayıp, bu sürecin doğrudan ve en agresif biçimde işleyen aktörü hâline gelmiştir. Kamu kurumları piyasaya göre yapılandırılmış, denetim ve hesap verilebilirlik ilkeleri lağvedilmiş, hukuk ise sermaye-devlet ittifakının siyasal aracı haline getirilmiştir. Böylece devlet, toplumdan kopmuş; çıkar ağları, suç ekonomisi ve parti-devlet iç içeliğiyle mafyatik bir form kazanmıştır.
Dün, yenidoğan bebeklerin yaşamına kasteden hastane çeteleriyle, kent suçları işleyen rant çeteleriyle arz-ı endam eden bu suç şebekesi, bugün sahte diplomalarla yeniden su yüzüne çıkmaktadır. Türkiye’nin önünde duran tablo, yalnızca bir yolsuzluk sorunu değil, ülkenin kendisini Afganistan benzeri siyasal, toplumsal ve ekonomik yıkıma sürükleyen derin bir bataklıktır. Bu bataklığın siyasi mimarı, AKP iktidarı altında kurulan ve “tek adam” rejimiyle tahkim edilen siyasal İslamcı otoriterliktir. Ülkeyi yönetenlerin sahip olmadıkları diplomalara sahtecilikle sahip olma arzusu, bu bataklığın en somut göstergelerindendir. Ülkenin başındaki kişinin diplomasının tartışmalı hali, bu tabloyu daha net anlamamızı sağlar ve ülkenin geldiği durumun temel bir metaforu haline gelir.
Yalanın Rejimi Hakikat, Medya ve İdeoloji
Türkiye kapitalizminin son dönemdeki çürüme biçimi, yalnızca neoliberal politikaların bir sonucu değil; aynı zamanda devletin ve sermaye sınıflarının iç içe geçtiği yeni bir çeteleşme rejiminin ürünüdür. Bu yapı, mafyatik grupların yalnızca iktidarın çevresinde değil, bizzat onun içerisinde yer almasını meşrulaştıran bir rejim inşa etmiştir. Kamu kaynaklarının sistematik olarak yağmalandığı, ihale mekanizmalarının belli çıkar çevrelerine tahsis edildiği, bürokrasinin doğrudan rant ağlarıyla bütünleştiği bu yapı, klasik devlet aygıtının çözülerek bir tür sermaye-çete bileşkesine dönüşmesini beraberinde getirmiştir.
Bu yeni egemen blok, sadece ekonomik sömürüyle değil, aynı zamanda ideolojik manipülasyonla da işlev görmektedir. Medya tekelleşmiş, bilgi dolaşımı iktidarın denetimine alınmış ve gerçeğin iktidar çıkarlarına göre yeniden tanımlandığı kurumsallaşmış bir yalan düzeni kurulmuştur. Üniversitelerden sendikalara, belediyelerden mahkemelere kadar tüm kurumlar bu yeni suç düzenine entegre edilmiştir. Burada mesele sadece “yolsuzluk” değil, sistematik ve kalıcı bir yozlaşma düzenidir.
Emekçilerin Dışlanışı ve Ruhsal Tahribat
Bugün emekçiler sadece sömürüye değil, aynı zamanda dışlanmaya da maruz kalmaktadır. İşçi sınıfı, üretimin asıl taşıyıcısı olmasına rağmen siyasal karar süreçlerinden tamamen dışlanmış, toplumsal temsil araçlarından yoksun bırakılmış ve kültürel olarak marjinalleştirilmiştir. Neoliberal ideoloji, bu dışlanmayı bireycilik, başarı miti ve “yetersizlik” duygusuyla meşrulaştırmakta; yoksulluğun sistemsel değil, bireysel olduğu yanılsamasını üretmektedir.
Bu ideolojik kuşatma, emekçilerin ruhsal dünyasında da derin tahribatlar yaratmıştır. Depresyon, kaygı bozukluğu ve toplumsal izolasyon yalnızca psikolojik değil, politik sonuçlar doğurur. Bu ruhsal yıkım, sistemin yarattığı çaresizlik hissinin ürünüdür. Umutsuzluk, bilinç baskısının en etkili aracıdır. Devrimci politika, bu bilinç baskısını parçalayacak kolektif mücadele ve dayanışma zeminlerini kurmak zorundadır.
Devrimci Alternatif Kurucu Mücadele ve Özgürleşme
Kentsel dönüşüm adı altında yürütülen politikalar, sadece şehir estetiğini değil; aynı zamanda kent yoksullarının yaşam alanlarını da hedef almıştır. Rant eksenli bu projeler, sermaye birikimini artırırken; işçi mahallelerini, gecekondu bölgelerini ve kırsal alanları sermayenin yağma alanına çevirmiştir. TOKİ gibi kurumlar aracılığıyla planlanan bu saldırılar, hem sınıfsal mekânları dönüştürmüş hem de ekolojik dengeyi altüst etmiştir. Maden şirketlerine peşkeş çekilen ormanlık alanlar, kurutulan göller, betonlaşan vadiler bu sürecin doğal sonucudur. Ekolojik kriz, kapitalist üretim tarzının zorunlu çıktısıdır ve bu kriz, emekçi sınıfları hem ekolojik yıkımla hem de mekânsal dışlanmayla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu nedenle çevre mücadelesi, sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak ele alınmalıdır.
Kapitalist devlet, görünüşte tarafsız ve evrensel bir kamu otoritesi gibi sunulsa da, tarihsel olarak sermaye sınıfının çıkarlarını koruyan ve işçi sınıfı üzerinde tahakküm kuran bir zor aygıtıdır. Bu tahakküm, hem açık baskı araçlarıyla (polis, yargı, ordu) hem de ideolojik aygıtlarla (eğitim sistemi, medya, din, aile) sağlanır. Ancak kriz dönemlerinde, ideolojik rıza üretimi sekteye uğrar; bu durumda devlet, artan oranda doğrudan zor kullanımına yönelir.
Türkiye’de devletin baskıcı karakteri bu çelişkinin somut bir dışavurumudur. Yargı, iktidarın vesayeti altına alınmış; hukuksal eşitlik ilkesi fiilen rafa kaldırılmıştır. İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, örgütlenme ve grev hakkı sistematik biçimde bastırılmakta; sendikalar ya tasfiye edilmekte ya da işlevsizleştirilmektedir. Devlet, halkı değil, sermayeyi koruyan bir güç odağına dönüşmüştür. Bu otoriterleşme, sermaye içi çatışmaları ve sınıfsal çelişkileri bastırmak adına milliyetçilik, dinci muhafazakârlık ve güvenlikçi ideolojilerle tahkim edilir. Toplum siyasetsizleştirilerek edilgenleştirilmeye çalışılır. Ancak bu strateji aynı zamanda mevcut düzene yönelik güvenin sarsılması ve devrimci bilincin gelişmesi için de bir zemin yaratır. Bugünün yüksek adalet ve özgürlük talepleri, adaletsizliğin sistemin dokusuna işlemiş olduğunun göstergesidir.
Marksizm, devletin tarafsız değil sınıfsal bir yapı olduğunu göstererek, bu aygıtın reformlarla dönüştürülemeyeceğini ortaya koyar. Devleti “demokratikleştirmek” uğruna reform çağrıları yapmak, gerçekte sermaye düzenine rıza üretmektir. Gerçek özgürlük, bu sınıf devletinin ve onu var eden kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesiyle mümkündür. Bu da ancak devrimci bir kopuşla sağlanabilir.
Yaşanan çöküş yalnızca bir teşhir değil, aynı zamanda bir çağrıdır. Türkiye’nin emekçileri, gençleri, kadınları ve tüm ezilenleri bu çürümüş düzenin taşıyıcısı olmaktan çıkıp onun mezar kazıcısı hâline gelmelidir. Bu, yalnızca bir irade değil; aynı zamanda tarihsel bir zorunluluktur.
Bunun için öncelikle sistemin yarattığı umutsuzluk, dağınıklık ve yönsüzlük aşılmalıdır. Devrimci özne, bir anda ortaya çıkmaz; mücadele içinde inşa edilir. Sınıf bilinci, gündelik direniş pratikleriyle, örgütlü dayanışma biçimleriyle ve ortak siyasal hedeflerle şekillenir. Bugün işten atılan bir işçinin direnişiyle, sınav hırsızlığına karşı ayağa kalkan bir öğrencinin öfkesi aynı sistemin farklı cephelerdeki yarıklarını temsil etmektedir. Bu yarıkların birleşmesi, çatlağın devrimci bir kırılmaya dönüşmesinin önkoşulu politik bir programla meydanlarda olmayı sürdürmektir.
Alternatif ne geriye dönüşte ne de reformist makyajda aranmalıdır. Kurtuluş, geçmişin idealize edilmiş formlarında değil; geleceği kuracak devrimci iradede yatmaktadır. Bu irade, yalnızca kapitalist sömürüyü değil; onun ideolojik, kültürel ve toplumsal tüm tahakküm biçimlerini de aşmayı hedeflemelidir. Özgürleşme, üretimin toplumsal denetimiyle; eşitlik, servetin kolektif paylaşımıyla; adalet ise halkın örgütlü iktidarıyla mümkündür.
Dolayısıyla kapitalist çöküşün karşısına yalnızca eleştiriyle değil; bir devrim programıyla, örgütlü mücadeleyle ve halkçı bir iktidar perspektifiyle çıkılmalıdır. Bu tarihsel kavşakta görev yalnızca teşhir değil, inşadır. Yalnızca direnmek değil, kurmaktır. Devrim yalnızca mümkündür değil; gereklidir.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.