Gözde Sermayedarlar Devri
Kapitalizmin yeni gözde prensleri, Trump’ın yemin töreninde, sermayenin yeni sahipleri ve “temiz” yüzü olarak sahne aldılar. Bu milyarderler, küresel kapitalizmin en “güçlü” aktörleri olarak Trump’ın arkasında dizilerek, dünyaya yeni bir düzenin temsilcileri olduklarını ilan ettiler. Ancak bu düzen, sanıldığı gibi “temiz” ya da adil olmayacaktır. Aksine, sermayenin merkezileşmesiyle birlikte eşitsizliğin, adaletsizliğin, zulmün katmerleşerek dünyayı cehenneme çevireceği bir sürecin başlangıcı olarak görebiliriz.
Sermayenin, az sayıda “elit”in elinde yoğunlaşması, artık soyut bir eleştiriden ibaret değil. Bu, toplumsal ve ekonomik gerçekliğin ta kendisi olmakta. Türkiye’de de finans kapitalin etkisi altındaki sınıfsal yapı ve mücadele dinamikleri, bu yüzyıla göre yeniden şekilleniyor. Küresel sermaye akışları ve neoliberal politikalar, yerel ekonomik dengeleri altüst ederek toplumsal eşitsizlikleri daha da keskinleştiriyor. Güç, her zamanki gibi, üretim araçlarına sahip olan sermaye çevrelerinin elinde yoğunlaşırken, emeğiyle geçinen geniş halk kesimleri giderek daha da yoksullaşıyor.
Ancak bu kez süreç yalnızca klasik sınıf mücadelesi ekseninde ilerlemiyor. Kriz, ekolojik ve teknolojik boyutlarıyla daha da derinleşiyor. Kapitalizmin kendini yenileyerek krizlerini aşma yeteneği, bu defa ekolojik yıkım ve teknolojik denetim mekanizmalarıyla birleşerek daha sert bir sömürü düzeni inşa ediyor. Ekonomik ve siyasal güç merkezlerinin yeniden yapılanışı, yalnızca ekonomik sömürüyle sınırlı kalmıyor; doğayı tahrip eden, emeği değersizleştiren ve toplumu tek adamcı kontrol mekanizmalarıyla baskılayan yeni bir tahakküm biçimi yaratıyor.
Kapitalizmin “yeni ve temiz” yüzü altında gizlenen bu gerçeklik, sömürü ve eşitsizliğe karşı direnişin yalnızca ekonomik değil, ekolojik ve toplumsal özgürlük mücadeleleriyle de birleşmesi gerektiğini fazlasıyla gösteriyor. Bugün karşı karşıya olduğumuz mücadele, yalnızca servet ve gelir eşitsizliğine karşı değil; insanın, doğanın ve toplumun bütününe yönelmiş bir yıkıma karşıdır.
Kapitalizmin en uç aşamalarından biri olan finansallaşma, Türkiye’de üretim ekonomisini büyük ölçüde yok etme aşamasına getirmiştir. Rant ve spekülasyon temelinde büyüyen bir ekonomik modelin hakimiyeti pekişmiştir. Bankalar, büyük şirketler ve uluslararası fonlar tarafından kontrol edilerek yönlendirilen bu süreç, reel üretimden kopuk bir ekonomik büyüme yanılsaması yaratırken, geniş halk kesimlerini borç batağına sürüklemiştir. Geniş kitleler, borçlanma yoluyla sisteme entegre edilirken, gerçekte emeğin sömürüsü derinleşmiş ve bağımlılık ilişkileri katmerlenmiştir.
Sermaye, sınıfı egemenliğini yalnızca ekonomik araçlarla değil, aynı zamanda oluşturduğu ideolojik hegemonya ile de sürdürmektedir. Neoliberal ideolojinin “yücelterek” var ettiği bireyci yaşam biçimi, toplumsal dayanışma fikrini zayıflatmış, kültürel ve etik ağları tahrip ederek toplumda derin bir yabancılaşma yaratmıştır. Bu durum, güçlüyle güçsüz arasındaki sınıfsal çelişkinin geniş kitleler tarafından fark edilmesini engelleyerek, sermaye sahiplerinin oluşturduğu egemen fikrin hegemonik bir güç olarak varlığını sürdürmesine neden olmaktadır. Bu noktada, işçi ve emekçilerin duruma farklı bir perspektiften bakması büyük önem taşımaktadır. Sermaye sahiplerinin gözünden bakmaktan vazgeçildiğinde, sistemin değiştirilebileceği gerçeği daha net görülecektir.
Bunun yanı sıra, pratikte oluşan hiyerarşik yapı nedeniyle kapitalizme duyulan tuhaf bir “saygınlık” algısı, toplumsal mücadelenin önünde ciddi bir bariyer oluşturmaktadır. Medya ve eğitim sistemi aracılığıyla geniş kitlelerin zihinleri, kapitalist sistemin değişmez olduğu fikriyle şekillendirilmiş, mevcut düzenin alternatifsiz olduğu algısı pekiştirilmiştir. Oysa gerçekte, bugün yaşanan krizler, kapitalizmin sürdürülemez yapısını gözler önüne sermektedir.
Türkiye’de mevcut ekonomik kriz, yalnızca gelir adaletsizliği ve yoksulluk üreten bir süreç olarak değil, aynı zamanda sistemin temel çelişkilerini açığa çıkaran bir dönüm noktası olarak değerlendirilmelidir. Bugün milyonlarca emekçi, işsizlik, güvencesiz çalışma koşulları ve düşük ücretlerle hayatta kalma mücadelesi verirken küçük bir azınlık, servetlerini katlamaya devam etmektedir. Bu dengesizliğin devamı, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal gerilimleri de tırmandırmaktadır.
Bu bağlamda, devrimci dönüşüm ihtiyacı her zamankinden daha yakıcı bir hal almaktadır. Bugüne dek sınıfsal mücadele, çoğunlukla belirli sektörler ve bölgeler ekseninde örgütlenmişken, günümüzde krizlerin iç içe geçtiği bir konjonktürde, mücadelenin ölçeği genişlemektedir. Ekonomik sömürünün yanı sıra ekolojik yıkım ve teknolojik tahakküm de, yeni mücadele biçimlerinin doğmasına zemin hazırlamaktadır. Türkiye’de milyonlarca emekçinin, kendilerine dayatılan bu düzene karşı örgütlenmesi ve ortak bir irade oluşturması, yalnızca sınıfsal değil, aynı zamanda varoluşsal bir zorunluluk haline gelmiştir.
Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz, yalnızca ekonomik göstergelerle açıklanamaz. Bu, aynı zamanda bir yönetememe krizi, bir toplumsal çürüme ve ahlaki erozyon sürecidir. Kapitalist sistemin sürdürülebilir olmadığı her geçen gün daha fazla açığa çıkarken, seçenekler de giderek daralmaktadır: Ya mevcut düzenin yarattığı yıkımın sürmesine göz yumulacak ve sonuçları toplumsal bir çöküş olarak yaşanacak ya da emekçi sınıflar, kendi güçlerinin bilincine vararak sürecin seyrini değiştireceklerdir. Zira, sermaye sınıflarının tahakkümüne son vermeden ne ekonomik refah, ne sosyal adalet, ne de ekolojik denge sağlanabilir.
Geleceği belirleyecek olan, bu ülkenin tüm zenginliğini üreten milyonlarca emekçinin kendi gücünün farkına varması ve gereğini yapmasıdır. Onlar olmadan çarklar dönmez, yaşam sürmez. Bugün artık mesele yalnızca gelir adaletsizliğini gidermek değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini belirlemek meselesidir. Bu nedenle, her geçen gün daha fazla insanın kapitalizmin sürdürülemezliğini fark etmesiyle birlikte, yeni bir dünya arayışı da kaçınılmaz hale gelmektedir. Kapitalizmin krizleri, aynı zamanda yeni mücadele bicimleri için yeni fırsatlar yaratmaktadır ve bu fırsatlar, ancak ortak bir irade ve örgütlülükle değerlendirilip değiştirilebilir.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.