
Gazze Emperyalizm, Soykırım ve Direniş
İsrail’in Stratejisi Modern Soykırım
Gazze’de yaşanan trajedi yalnızca bölgesel bir çatışma değil; modern dünyanın en derin insani, politik ve ideolojik krizlerinden biridir. Bu kriz, emperyalist sistemin, kapitalist çıkarların, yerel işbirlikçilerin ve siyasal İslamcı iktidarların bir araya gelerek uyguladığı sistematik bir soykırım pratiğinin somut tezahürüdür. İsrail’in saldırıları, ABD ve Batı destekli bir politik çerçevede yürütülmekte, dünya sessiz kalmakta; yerel iktidarlar ve dini-siyasal hareketler bu yıkımı kendi ekonomik ve ideolojik çıkarları için araçsallaştırmaktadır. Gazze’deki yıkımın tarihsel, ideolojik ve politik boyutları incelendiğinde; sosyalist hareketin sorumlulukları, emperyalizmin gerçek yüzü ve bölgesel direnişlerin önemi daha net bir biçimde ortaya çıkar.
Gazze’de yaşananlar, klasik bir askeri operasyonun ötesinde, planlı ve sistematik bir halkı yok etme pratiği olarak değerlendirilmelidir. İsrail yalnızca askeri üstünlüğünü kullanmakla kalmıyor; aynı zamanda ideolojik ve psikolojik manipülasyonla saldırıları meşrulaştırıyor. Prof. Jiang Xueqi’nin belirttiği gibi, Gazze’deki saldırılar modern bir ritüel kurban pratiğine benzemektedir. İsrail toplumu, bu eylemleri alenen gerçekleştirerek “ya sonuna kadar savaş ya da yok ol” ikilemiyle yönlendirilmekte ve toplumsal rıza bu şekilde üretilmektedir.
Bu süreç, Çin askeri tarihinde bilinen “nehrin arkasında savaşa zorlanma” stratejisiyle paralellik taşır: Kaçış imkânı olmayan bir durumda savaşan asker, toplumsal birliği ve şiddeti normalleştirir. Gazze’de çocukların ve sivillerin hedef alınması, İsrail toplumunda şiddeti toplumsal norm hâline getirir. Bu, hem ideolojik bir araç olarak kullanılmakta hem de halk saldırıların meşruluğuna ikna edilmektedir.
Aynı zamanda İsrail’in saldırıları, ritüelleşmiş bir şiddet biçimi olarak değerlendirilebilir. Bombardımanlar, kara harekâtları ve sivil hedeflerin sistematik olarak vurulması; modern devlet şiddetinin ritüelleşmiş ve normalleşmiş bir örneğidir. Bu durum, İsrail’in ideolojik söylemleriyle birleşerek halkın desteğini almasını ve uluslararası toplumun tepkisizliğini fırsat bilerek saldırılarını sürdürmesini mümkün kılmaktadır.
Tarihsel Paralellikler Nazizm ve İsrail
Gazze’deki eylemler, Holokost sırasında Nazilerin uyguladığı sistematik yok etme politikalarıyla çarpıcı paralellikler taşımaktadır. Katie Halper’in vurguladığı gibi, Naziler gettolarda ve toplama kamplarında Yahudileri açlık ve yoklukla imha ederken, İsrail bu eylemleri saklamamaktadır. Tam tersine, saldırılar alenen belgelenmekte ve bazı İsrailli yetkililer tarafından haklı, hatta gerekli bir uygulama olarak savunulmaktadır.
Bu paralellikler yalnızca tarihsel bir kıyaslama değil; uluslararası hukuk açısından da ciddi sonuçlar doğurmaktadır. İsrail’in Gazze’deki eylemleri, Holokost’un fiziksel ve zihinsel boyutlarını hatırlatan sistematik bir yöntemle yürütülmektedir. Gallant’ın “insansı hayvanlarla savaşıyoruz” açıklaması, İsrail yetkililerinin soykırım niyetini açıkça ortaya koymaktadır. Nazi Almanyası’nda sistematik soykırımın arkasında bir tür etik fantezi vardı: İnsanlık adına cesaret gösteriyoruz iddiası. İsrail’de ise bu türden bir gizlemeye veya fanteziye gerek yoktur; şiddet ve soykırım alenen ve hazla dile getirilmektedir.
Halper’in vurguladığı gibi, İsrail’in ideolojik dili ve kamuoyu önünde uyguladığı şiddet, modern bir soykırım pratiğinin örneğini teşkil etmektedir. Gazze, yalnızca Filistin halkının değil, insanlık tarihinin en ciddi uyarılarından biri olarak okunmalıdır.
ABD ve Emperyalist Hesaplar
Gazze’deki trajedi, ABD’nin doğrudan desteği olmadan sürdürülemezdi. ABD, İsrail’e sağladığı mali, askeri ve lojistik destekle saldırıların sürekliliğini güvence altına almaktadır. Washington Post’un yayımladığı belgeler ve planlara göre, Gazze’nin yıkımı ekonomik bir girişim olarak da sunulmaktadır; her Filistinlinin işgalciler için “para değeri” olduğu bir mantık işletilmektedir.
ABD’nin bu tutumu, emperyalist sistemin temel çelişkilerini gözler önüne sermektedir. Demokrasi ve insan hakları söylemleri, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırımı destekleyen fiili politikalarla çelişmektedir. Rubio’nun açıklamaları, Filistinlileri “barbar hayvanlar” olarak tanımlayarak bu soykırımın meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir. ABD’nin desteği, Gazze’deki insanlık krizini sürdürülebilir kılarken küresel kapitalist sistemin çıkarlarını da güvence altına almaktadır.
ABD’nin stratejik çıkarları; bölgedeki enerji kaynakları, Çin karşıtı planlar ve jeopolitik üstünlük hedefleriyle doğrudan ilişkilidir. Gazze’deki yıkım, yalnızca İsrail’in politikalarıyla değil, küresel kapitalist güçlerin stratejik hesaplarıyla birlikte anlaşılmalıdır. Bu bağlamda Gazze, modern emperyalizmin ve kapitalist çıkarların çatışma sahası olarak görülmelidir.
Sessizlik, İslamcı İktidarlar ve Çıkar İlişkileri
Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kurumlar, Gazze’deki yıkımı raporlamakla sınırlı kalmakta; yaptırımlar ve diplomatik baskılar İsrail’i durdurmakta yetersiz kalmaktadır. Bu sessizlik yalnızca güçsüzlük değil; uluslararası kapitalist sistemin çıkar ve yönelimleriyle doğrudan bağlantılıdır.
Bölgedeki siyasal İslamcı iktidarlar da Filistin davasını yalnızca bir retorik malzemesi olarak kullanmaktadır. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve diğer petrol zengini ülkeler; ABD ve İsrail ile kurdukları ticari ilişkileri korumak için Filistin halkının maruz kaldığı yıkıma sessiz kalmaktadır. Türkiye’deki Saray rejimi ise Gazze üzerinden yürütülen yıkımı enerji ve ticaret projelerine dönüştürmekte; İsrail ile yapılan ortak ekonomik girişimlerden kazanç sağlamaktadır. Erdoğan’ın 25 Eylül’de Beyaz Saray’da Trump ile yapacağı görüşmenin gündeminde Filistin halkının yaşadığı katliam değil, aksine 250 Boeing uçağı ve F-16/F-35 savaş uçakları için yapılacak dev silah anlaşmaları vardır. Bu tablo, Saray rejiminin Filistin davasını yalnızca iç politikada hamasi bir söylem olarak kullandığını, fakat pratikte emperyalist merkezlerle ticaret ve askeri işbirliğini büyütmekten geri durmadığını gözler önüne sermektedir. Böylece Filistin meselesi, AKP iktidarı eliyle emperyalist pazarlıkların bir aracı haline getirilmiş; Filistin halkı, çıkar ilişkileri uğruna bir kez daha satılmıştır.
Ancak eleştirilmesi gereken yalnızca iktidarlar değildir. Sol-sosyalist çevreler Filistin dayanışmasında fiilen öne çıkmakta; sokak eylemleri, grev çağrıları, lojistik destek ağları ve uluslararası kampanyalarla direnişi görünür kılmakta ve somut politik baskı üretmektedirler. Sendikalar, taban örgütleri ve devrimci kolektifler, bu mücadelenin örgütlenmesi ve kitlesel eyleme dönüşmesi açısından temel birer dinamodur. Bu aktörler, yalnızca söylemde kalmayıp, işçi dayanışması, liman işgalleri, üniversite işgalleri ve maddi yardım gibi pratiklerle somut sonuçlar yaratabilmektedir.
Buna karşılık geniş Müslüman kitlelerde görülen göreli sessizlikin arkasında birden fazla etken vardır: rejimlerin ve siyasal İslamcı yapıların iktidar-satın alma mekanizmaları, ekonomik çıkar ilişkileri, sosyal baskı ve sansür, ayrıca dini önderliklerin retoriğinin eyleme dönüşmemesi gibi faktörler. Bu etkenler, büyük toplumsal blokların pasifleşmesine, yani fiilen işgalin ve katliamın sürecine rıza göstermesine yol açar. Sonuç olarak, Filistin meselesinde gerçek bir dönüşüm, hem solun örgütlü pratiklerinin yaygınlaşmasıyla hem de Müslüman kitlelerin çıkarlarını siyasetin ve dayanışmanın parçası haline getirecek bağımsız bir toplumsal mobilizasyonla mümkündür.
Direnişin Önemi ve Tarihsel Perspektif
Filistin direnişi yalnızca yerel bir halk mücadelesi değil; Ortadoğu’daki ezilen halkların birleşik mücadelesinin de merkezi olarak görülmelidir. Kürt özgürlük hareketleri, Arap direniş ekseni ve diğer gruplar, Filistin halkıyla dayanışma gösterdiklerinde hem kendi hareketlerini güçlendirmekte hem de emperyalist saldırılara karşı birleşik bir direniş hattı kurmaktadır.
22 Eylül 2025’te İtalya’da gerçekleşen genel grev çarpıcı bir örnek oluşturmuştur. USB, Cub, Adl ve Sgb taban sendikalarının çağrısıyla ilan edilen grev, Meloni hükümetinin İsrail’e silah satışı ve Filistin’i tanımayı reddetmesi nedeniyle örgütlenmiş; limanlardan demiryollarına, üniversitelerden sağlık hizmetlerine kadar stratejik tüm sektörleri felç etmiştir. Livorno, Cenova, Trieste ve Marghera limanlarındaki işgaller, Milano ve Roma’daki tren istasyonu blokajları ve sokak barikatları, soykırıma ortak olan bir hükümete karşı örgütlü itaatsizliğin ifadesi olmuştur. Bu deneyim, Filistin dayanışmasının salt diplomatik retorikten değil, işçi sınıfının doğrudan eyleminden geçtiğini kanıtlamaktadır.
Uluslararası planda Filistin’in bağımsız devlet olarak tanınması yönünde önemli bir dalga yaşanmaktadır. Büyük Britanya, Kanada, Avustralya, Portekiz ve Fransa’nın ardından Belçika ve Monako da Filistin’i resmen tanımıştır. Buna karşın ABD, Almanya, İtalya, İsviçre, Finlandiya ve Japonya hâlâ tanımamakta ısrar etmektedir. Bu tablo, emperyalist merkezlerin ikiyüzlülüğünü gösterirken, Filistin’in bağımsızlığının artık geri döndürülemez bir meşruiyet kazandığını ortaya koymaktadır.
Direnişlerin birliği yalnızca Filistin için değil, tüm bölge halkları için hayati önemdedir. Gazze’deki trajedi, sosyalist ve devrimci hareketler için bir uyarıdır: Emperyalizme ve kapitalist sömürüye karşı mücadele, lokal veya geçici çözümlerle değil; enternasyonalist, örgütlü ve stratejik bir perspektifle yürütülmelidir. Sessizlik ve pasiflik, Gazze’deki insanlık suçlarının sürekliliğine hizmet etmektedir.
Sonuç
Gazze’de yaşananlar salt askeri bir operasyon değil; emperyalist kapitalist sistemin, yerel işbirlikçiler, siyasal İslamcı iktidarlar ve onların tabanları aracılığıyla uyguladığı sistematik bir soykırımdır. Bu katliamı durdurmanın yolu, sosyalist ve devrimci hareketlerin enternasyonalist dayanışmayı güçlendirmesi, halkları bilinçlendirmesi ve kapitalist sistemin köklü eleştirisini pratiğe dökmesinden geçmektedir.
Emperyalist güçler, uluslararası kurumlar ve yerel işbirlikçiler sessiz kaldıkça Gazze’deki trajedi sürmekte; kapitalist kazanç mekanizmaları işlerliğini korumaktadır. Ancak aynı zamanda, İtalya’daki grevde görüldüğü üzere, işçi sınıfı dayanışması bu zinciri kırabilecek güçtedir.
Gazze yalnızca Filistin halkının değil, tüm ezilen halkların mücadelesinin sembolüdür. Bu mücadele, emperyalizmin, kapitalizmin ve yerel işbirlikçilerin yarattığı insanlık suçlarına karşı tarihsel bir devrimci sorumluluk olarak görülmelidir. Sessizlik, ihanet ve pasiflik bu suçların sürekliliğine hizmet eder; ancak bilinçli, örgütlü ve enternasyonalist dayanışma, hem Gazze’yi hem de tüm ezilen halkları kurtaracak güçtür.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.