
Yeni Paylaşım Savaşı ve Halkların Direniş Hattı
Ortadoğu’da emperyalist planlar yeni bir döneme girmiş durumda. ABD, İsrail ve Avrupa Birliği’nin öncülüğünde şekillenen çok katmanlı müdahale stratejisi; enerji yolları, güvenlik mimarisi ve siyasi sınırların yeniden belirlenmesine odaklanıyor. Ukrayna savaşı, Çin’in yükselişi ve İran’ın bölgesel güç dengelerindeki rolünün zayıflaması, emperyalist merkezleri Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmeye zorluyor. Bu kapsamda Türkiye, NATO’nun ileri karakolu olarak jeopolitik bir ön cepheye dönüştürülüyor; iç politikası ise bu küresel planlarla uyumlu hale getiriliyor.
Bu paylaşım döneminin önemli bir özelliği, emperyalist merkezlerin bölgesel krizleri artık sadece kontrol etmekle kalmayıp, bilinçli şekilde yönetilen bir istikrarsızlık stratejisine dönüştürmeleridir. Enerji koridorları ve ticaret yolları üzerinde sürekli bir gerilim üretmek, hem askeri varlıklarını meşrulaştırmak hem de yerel aktörleri bağımlı kılmak için kullanılmaktadır. Türkiye gibi ülkeler, bu “kontrollü kaos” stratejisinin uygulama alanı ve baskı aracı haline gelmektedir. Sınır güvenliği, göç politikaları ve “terör” söylemleri yalnızca güvenlik önlemleri değil, aynı zamanda bölge halklarının kaderini şekillendiren jeopolitik mühendislik araçlarıdır. Ortadoğu’daki yeni dizayn, kısa vadeli askeri başarıların ötesinde, kalıcı siyasi bağımlılık ilişkileri inşa etmeye yöneliktir.
Gazze’deki direniş, İsrail’in bölgesel egemenlik kurma çabalarına karşı bir kırılma noktasıdır. Türkiye gibi ülkelerde yükselen faşist rejimler, bu emperyalist planların hem aracı hem de sonucu olarak güçlenmektedir. Bugün emperyalizm, dış politika kadar içeride inşa edilen rejim biçimlerini de doğrudan belirlemektedir. Filistin direnişinin sürdürülebilirliği, emperyalist dizaynın kırılma ihtimalini gösterdiği kadar, bölge halklarının ortak mücadelesinin önünü açmaktadır.
Kurumsuzluk Rejimin Yönetim Biçimi ve Krizin Kaynağı
Türkiye’de siyasal rejim artık klasik otoriter tanımların çok ötesinde; yapısal bir kurumsuzlaşma yönetimi olarak örgütlenmiştir. Yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki dengeler tamamen ortadan kalkmış, tüm güç tek bir kişinin iradesine bağımlı hale gelmiştir. Bu durum, rejimin zayıflığından değil; bilinçli ve stratejik bir tercih olarak uygulanmaktadır.
Neoliberal birikim modelinin tıkanması, rejimin faşistleşme sürecini derinleştirmiştir. Grev yasakları, artan iş cinayetleri ve kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi, devletin açıkça emek karşıtı bir kimliğe bürünmesini sağlamıştır. Hukuksuzluk artık sistemin istisnası değil, temel kuralıdır. Seçimler siyasi manipülasyonun araçlarına indirgenmiş, toplum genelinde kuralsızlık ve keyfilik kalıcı hale gelmiştir.
Kurumların işlevsizleşmesi, liyakatin yerini sadakatin alması, keyfiliğin kurumsallaşması; bu durumlar krizin ürünü değil, bizzat kriz yönetimini mümkün kılan siyasal stratejilerdir. Rejim ancak sürekli bir olağanüstü hal ruhuyla, özel kararnamelerle ayakta kalmaktadır. Kamu emekçilerinin 60 günlük grev erteleme kararnamesi gibi düzenlemeler, fiili grev yasağı olarak hayata geçirilmektedir.
Bu kurumsuzluk, rejimin zayıf olması değil, temel yönetim biçimidir. Sermaye sınıfının çıkarlarını korumak amacıyla devletin toplumsal alanlarda sınırsız yetkilerle hareket etmesi meşrulaştırılmakta, hukuk esnetilmekte ve sadakat esaslı kadrolaşma politikalarıyla pekiştirilmektedir. Böylece devlet, neoliberal kriz koşullarında sermayenin mutlak egemenliğini tesis eden, faşist nitelikli otoriter bir yapıya dönüşmektedir.
Ankara’da açığa çıkan sahte diploma ve ehliyet skandalı, bu tablonun güncel ve somut bir örneğidir. Eğitim kurumları ve devletin dijital altyapısına kadar uzanan bu organize yolsuzluk, sadece bireysel suiistimaller değil; kurumsal bir çürümenin ifadesidir. E-devlet ve YÖK kayıtlarına sahte diplomaların yüklenmesi, sınav sonuçlarının içeriden değiştirilmesi ve sahte kimliklerin üretilmesi, denetim mekanizmalarının çöküşünü ve hukukun iktidarın ihtiyaçlarına göre şekillendiğini göstermektedir. Bu skandal, liyakatin tamamen tasfiye edilip, yerini siyasal bağlılığın aldığı, parti-devlet bütünleşmesinin kadrolaşmayı belirlediği sistemin doğal sonucudur. Sahte diplomalar, sadece kişisel çıkar araçları değil; rejimin mevki ve güç dağıtımında kullandığı siyasi bağlılık göstergeleridir. Bu mesele sıradan bir adli vaka değil; rejimin yapısal karakterini ortaya koyan temel bir sorundur.
Kürt Sorunu, Bölgesel Kuşatma ve Halkların Birleşik Direnişi
Kürt halkı, Türkiye’nin yeniden dizayn sürecinde yeniden kuşatma altındadır. Emperyalist güçlerin bölgedeki Kürt varlığını denge unsuru olarak kullanma çabaları güncel koşullarda zayıflamış, Kürt hareketi bölgesel pazarlıkların ve kuşatmanın odak noktası olmuştur. Rojava deneyimi emperyalist kuşatmalarla sınırlandırılırken, Türkiye’de devletin inkâr ve imha politikaları yeni biçimlerle devam etmektedir.
Ancak Kürt hareketi, yalnızca kendi özgürlük taleplerini savunmakla kalmayıp, Filistin işgali ve Suriye’de azınlıklara yönelik saldırılar gibi bölgesel zulümlere karşı dayanışmayı yükselterek halkların ortak direnişinin stratejik öncüsü olma potansiyeline sahiptir. Bu durum, yalnızca etik bir zorunluluk değil, bölgesel emperyalist dizaynın parçalanması açısından hayati bir stratejidir.
Ulusal mücadele ile sınıf mücadelesinin birliği, basit bir taktik değil; tarihsel bir zorunluluktur. Böyle bir politika, Kürt hareketini sadece kendi halkının değil, Ortadoğu’nun tüm halklarının eşitlikçi, özgürlükçü ve anti-emperyalist geleceğinin savunucusu haline getirecektir.
Devletin Yeniden İnşası ve Faşist Sermaye Devletine Dönüşüm
Türkiye’de devlet yalnızca otoriterleşmekle kalmıyor, yapısal olarak yeni bir egemenlik biçimine evriliyor. Sermaye çıkarlarına göre esnekleşen hukuk, sadakat temelli kadrolaşma, dinsel ve ırksal ayrımlara dayanan yurttaşlık anlayışı, AKP iktidarı boyunca kalıcılaşmaktadır. Tek adam rejimi bu dönüşümü açıkça göstermektedir.
Bu dönüşüm, geleneksel devlet aygıtının aşılmasının yanı sıra mafyatik yapılar, paramiliter güçler ve yargısız infaz mekanizmalarının kurumlaşması anlamına gelir. Siyaset istihbarat ilişkilerine, ideoloji ise komplocu anlatılara teslim olmaktadır. Ortaya çıkan devlet biçimi, sermayenin mutlak egemenliği ile faşist yönetim tarzının iç içe geçtiği otoriter bir sermaye devleti modelidir.
Toplumsal Kırılmalar ve Direnişin Yeni Biçimi
Toplum sadece ekonomik olarak değil, siyasal olarak da kuşatılmıştır. Gençlerin geleceksizliği, kadınlara yönelik şiddet ve cinayetler, emekçilerin yoksulluğu, köylülerin ve küçük üreticilerin topraksız bırakılması, derin bir öfke birikimi yaratmaktadır. Barınma krizinden sağlık ve eğitim hizmetlerinin ticarileştirilmesine, artan iş cinayetlerinden güvencesiz çalışmaya kadar hayatın her alanındaki tahribat, halkın maddi ve kültürel dokusunu erozyona uğratmaktadır.
Bu çok boyutlu kriz, toplumsal dayanışmayı zayıflatan ciddi kırılmalar doğurmaktadır. Kutuplaştırıcı siyaset, cemaatçi yapılar, dinsel ve ırksal ayrımcılık, mafyatik örgütlenmeler halkın kolektif direniş zeminlerini parçalıyor. Rejim bu parçalanmayı bilinçli şekilde derinleştirerek yoksulların birbirine düşmanlaştırılmasını sistematik bir yönetim aracına dönüştürmüştür.
Bu ortamda öfke kendiliğinden patlamalar halinde ortaya çıkmaktadır: iş bırakma eylemleri, kiraya zam protestoları, kadın yürüyüşleri, öğrencilerin barınma direnişleri… Ancak bu potansiyel örgütlü, ortak bir siyasal hatta taşınmadığı sürece ya kolayca söner ya da manipüle edilir. Direniş, tekil taleplerin ötesine geçmeli; eşitlikçi, özgür ve kolektif yaşam modellerinin inşasına yönelmelidir. Mahallelerden fabrikalara, üniversitelerden kırsal alanlara uzanan çok katmanlı direniş zeminleri birbirine bağlanmalı, birleşik bir mücadele hattı kurulmalıdır.
Teşhirden Devrimci Programa
Bugün rejimi teşhir etmek kadar, ona karşı inşa edilecek devrimci alternatif program da yaşamsal önemdedir. Toplumsal muhalefetin en temel sorunu, eleştirinin ötesine geçebilen devrimci bir hattın halen geliştirilememiş olmasıdır. “Karşı olmak” artık yeterli değildir; ne için ve nasıl mücadele edileceği net biçimde ortaya konmalıdır.
Bu program, sınıf eksenli olmalı; tüm ezilenlerin taleplerini ortaklaştıran devrimci bir perspektifle ifade edilmelidir. Kamusal mülkiyetin yeniden inşası, emekçilerin üretim ve yönetimde kolektif söz hakkı, kadınların toplumsal özerkliği, ekolojik yıkıma karşı üretim tarzının dönüşümü gibi stratejik hedefler belirlenmelidir. Grevler, direnişler, forumlar ve mahalle meclisleri sadece geçici taktikler değil; halkın kendi kaderini eline almasının ve kendi iktidarını kurmasının temel yapı taşları olmalıdır. Bu araçlar uzun vadeli, kalıcı ve köklü karşı-iktidar odakları olarak örgütlenmelidir.
Cephe Kaçınılmazdır
Bugün devrimci sınıf cephesinin kurulması ertelenemez bir zorunluluktur. Ne Kürt hareketi, ne sosyalistler ne de emekçi halklar bu karşı-devrim sürecini tek başına durdurabilir. Ancak birleşik, devrimci bir hatla bu karanlık kuşatma kırılabilir.
İhtiyacımız olan cephe, reformist uzlaşmalar değil; net, radikal ve devrimci bir strateji taşımalıdır. Anti-emperyalist, anti-kapitalist ve anti-faşist program temelinde yükselecek bu birlik, sadece rejimin krizini derinleştirmekle kalmaz, aynı zamanda halk sınıflarının gerçek kurtuluş yolunu da açar. Bu cephe yalnızca savunma değil; yeni bir toplumsal düzenin inşasına öncülük edecek tarihsel bir hamledir.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.