Şahsım Devlet Olursa - IV
“Devletin bekası” söz konusuysa, devletin her türlü kuraldan muaf tutulmasını, bir başka deyişle olağanüstü hale karar vermenin gerekliliğini savunan anlayışa “devlet aklı” (raison d’ Etat) deniyor. Karanlık yüzüyle devlet aklı, toplumun demokratik taleplerini görmezden gelip, kendi arzusunu yasa kılmak isteyen bir sınıfın ve liderinin aklıyla birleşirse, o devlete faşist devlet diyebiliriz. Faşizm, hukuki güvencelerle sınırlanmamış kısıtsız keyfilik, sömürü ve şiddetin egemen olduğu bir devlet biçimidir.
Hitler faşizminde, bir vatandaşın idare aleyhine açtığı davada, mahkemenin verdiği karar, yasanın, liderin arzusuna nasıl indirgendiğinin çarpıcı bir örneğidir: “Hükümran diktatörlüğün hamili, bu erki ya şahsen ya da ona tabi merciler eliyle kullanan Führer ve Reich şansölyesidir. Bu erki nasıl kullanacağı tamamen onun takdirine kalmıştır”. Devletin hamili olarak tüm erklerini tekeline almış ve nasıl kullanacağı keyfine kalmış olan Hitler’in veya devlet aklıyla uyum içinde işleyen Hitler aklının nasıl bencil, büyüklenmeci bir “akıl” olduğunu, Führer’in aşağıdaki sözleri gösteriyor: “Kimse benim daha ne kadar yaşayacağımı bilemez… Son çare olarak büyük bir tevazu ile kendi şahsımı saymalıyım; ikame edilmem mümkün değil. Ne askeri ne sivil hiçbir şahsiyet benim yerimi dolduramaz…Reich’ın kaderi bana bağlı ve ben buna göre davranacağım”.
Şahsım devleti, yurttaşların arzusunu bastırmak, onları nesneleştirmek ister, onun için ideal öteki, onun arzusuna göre eyleyen kukla ötekidir. Gündemi hep o belirlemelidir, o her şeyi bilir, hata yapmaz, sözünün üstüne söz söylenemez, Führer’in, Freud’un aşağıdaki bebeksi narsisizm tanımına çok uygun bir ruh hali vardır; “Hastalık, ölüm, hazdan vazgeçme, isteklerinde sınırlamalar ona dokunmayacak, toplum ve doğa yasaları onun için yürürlükten kalkacak… Haşmetmeapları bebek”. Faşist devletin yurttaşlardan talebi, Nazi Almanya’sının ünlü sloganıyla, “Eyleminizden haberdar olsa, Führer’in de onaylayacağı şekilde hareket edin!”dir. Faşist devlet için iyi yurttaş, Almanca “Kadavergehorsam” yani “Ölü yıkayıcının elindeki ceset gibi itaatkar” olmalıdır. Faşist devletin silahlı silahsız tüm bürokratları, kararlarından haberdar olsa, Führer’in o kararı onaylayıp onaylamayacağından emin olamadıkları için, her konuda itaat edecekleri üst merciin emrini beklerler. Führer’in onaylamayacağı bir karar vermekten ölesiye korktuklarından, sorumluluk alma, inisiyatif kullanma hatta düşünme yetenekleri dumura uğrar. Nazi dönemi toplama kamplarının organizatörü A. Eichmann’ın yargılanmasını izleyen H. Arendt’in, Eichmann ile ilgili gözlemi şöyledir: “Eichmann’ı dinledikçe, konuşma konusundaki yetersizliğinin, düşünme, daha doğrusu başkalarının bakış açısına göre düşünme konusundaki yetersizliğiyle yakından ilişkili olduğunu anlıyordunuz”. Duruşmada Eichmann, Hitler için şunları söylüyordu: “Bu adam Alman ordusunda onbaşılıktan başlayıp yaklaşık 80 milyon insanın Führer’liğine kadar geldi… Tek başına başarısı bile bana bu adamın emrine girmem gerektiğini gösteriyordu”. Eichmann, Almanya’nın resmen yenilgiyi kabul ettiği 8 Mayıs 1945 tarihinin neden kendisi için travmatik olduğunu şöyle anlatıyor: “Zorlu bir hayatı lidersiz, tek başıma sürdürmek zorunda olduğumu anladım; kimseden direktif almayacaktım, artık kimse bana emir vermeyecekti, gerektiğinde başvurabileceğim bir yönetmelik olmayacaktı- uzun lafın kısası, hiç bilmediğim bir hayat bekliyordu beni”.
Elias Canetti, “Emrin kaynağı yabancı bir şeydir ama aynı zamanda kendimizden daha kuvvetli bir şey olarak kabul edilmesi gerekir. Savaşıp kazanma ümidi görmediğimiz için emri verene tabi oluruz” der. Kişinin uyduğu her emir otoritenin gücünü arttırır, emirleri sorgusuz yerine getirilen otorite öyle küstahlaşabilir ki, yurttaşların kendisi için ölüme gitmelerini emredebilir. Emirle gerçekleştirilen bir eylem, diğer bütün eylemlerden farklıdır. Bu yabancı bir şey, gerçekten bizim olmayan bir şey olarak deneyimlenir ve hatırlanır. Emirlere uyanlar, kendilerini kurban/kul olarak hissederler, böylece gerçek kurban için hissedecek duyguları kalmaz. Kendilerini kolayca suçsuz olarak görürler. Geriye dönüp yaptıklarına bakmaya zorlandıklarında, ‘böyle bir şeyi asla yapmadım diyebilirler’. Nazi dönemi suçlusu Arthur Greiser, çıkarıldığı mahkemede, 1946 yılında asılmasına yol açan suçları, ‘İş ruhu’nun tek başına işlediğini, ‘özel yaşam ruhu’nun her zaman bu suçlara karşı olduğunu söylemişti. Geiser’in bu ifadesi, yasayı askıya almış sapkın devlet aklının, Führer’in bölünmüş Dr. Jekyll- Mr. Hyde aklıyla birleşince, sıradan “küçük adamın” aklını da nasıl böldüğünü çok güzel örnekliyor. Ölü yıkayıcının elindeki ölüler gibi emirlere uyan katiller, bu zihinsel bölünme sayesinde ‘insanlara ne korkunç şeyler yaptım!’ demek yerine, ‘Görevlerimi yerine getirirken ne korkunç şeyler görmek zorunda kaldım, bu görevin omuzlarıma yüklediği yük nasıl da ağır!’ diyebilirler. Führer’in itaat kültürünün emir kulları düşünüp eylemezler, yalnızca emirlere riayet ederler. Konuşmaz ama sadece ağızlarını açarlar ve bir dizi klişenin dökülmesine izin verirler. Arendt, ölü gibi itaatkar devlet memurlarının aklını, dilini şöyle anlatır: “Bireyleri kendileri adına düşünmenin zahmetinden kurtaran klişeler ve sloganlarla dolu kişiliksizleşmiş bir dildir. Her şey yüzeysel, standart formüllerle karşılanabilir. Bireyler ve onların bireysel acıları da dahil tüm tekillikler bu formüllerin yarattığı görünüşte kaybolur”.
Yasallık ve meşruiyetin görünürde korunmasının ama istisnaların belirlenip o istisnalara göre yasanın gizlice askıya alınmasının bölünmüş burjuva devlet aklının sapkın özelliği olduğunu biliyoruz. Devletin bu bölünmüşlüğünü gizleme gereğini daha az duymaya başlamasında, yani karanlık yüzünü açıkça gösterebilmesinde, toplumun artık bir ölü gibi kendi kontrolünde olduğuna inanması etkilidir. Böylesi bir devlet-toplum ilişkisinde, “şahsım devleti” ve işbirlikçileri için her şeyin mümkün olduğu, topluma belletilmeye çalışılır. “Normal dünyada” yasadışı, gayrimeşru olanın norm haline gelmesi, Mr. Hyde’ın karanlık dünyasının, gizli mahzeninden gün ışığına çıkması ve toplumun gündelik hayatına yayılması demektir. S.Haffner, Bir Almanın Hikayesi’nde bu süreci şöyle anlatır. “Bir dedikodu kulağınıza geldiğinde, ‘normal’ medeni zamanlardaki gibi inanılmaz olduğunu düşünmüyordunuz. Ülkenin ruhi durumu giderek mahşeri bir hal aldı… hiçbir şey ve hiç kimse insanları şaşırtmıyordu artık, şaşırmak çoktan unutulmuş bir duyguydu”. Haffner’in tanımladığı bu mahşeri dünya her şeyin mümkün olduğu, normalde bodruma gizlenmiş olması gereken dünyadır. Bu dehşet verici dünya, arsızca gün ışığında eyleyebilen, arzusunu gerçekleştiren sapkının dünyasıdır. “Şahsım devletinde” toplum, yasak arzularını doyurabileceği kuralsız, cezasız, sapkın dünyanın “nimetleri”, ganimetleriyle baştan çıkarılmaya çalışılır. Arendt, Totalitarizmin Kökenleri kitabında bu sapkın kültürü şöyle tanımlar: “Birey, bir zamanlar kınanacakmış gibi görünen eylemlerin birden bire norm haline geldiği bir kültürü benimsemeye teşvik edilir. Bu kültür içindeki tüm failler, bu normu kabul ettiği için bireysel itiraz tarihe karışır”. Şahsım devleti, gücünü arttırdıkça, gizli dünyasının karanlığını, ürkütücü fantezilerini sergilemekte daha cüretkâr olur. Fırsat bulduğunda bu cüretkarlığın, altı milyon Yahudi’nin soğukkanlılıkla yok edilmesine kadar gidebildiğini biliyoruz. Devlet aklını kullanan iktidardaki Hitler veya Mr. Hyde’ın dünyasının gün yüzüne çıkıp, normal gündelik hayatın bir parçası olmasının topluma verebileceği en önemli zarar, “şahsım” için her şeyi mümkün kılan “özel hukukun”, toplumda, en azından geniş bir kesimde fiili bir meşruiyet kazanmasıdır. Kötülüğün, iyiliği teslim alması diyebileceğimiz bu çürüme, şahsım devleti’nin toplumsal dokuya verdiği onarılması kolay olmayan en büyük zarardır. Haffner’in Nazi Almanya’sında bu çürümenin nasıl yaşandığıyla ilgili yazdıklarını alıntılayarak bitirelim: ”Alman halkının bütün bir neslinin bir ruhi organı bu dönemde sanki bir ameliyatla alındı: insanlara kararlılık, denge ve tabii ki belirli bir ağırlık veren ve duruma göre vicdan, izan, tecrübenin kazandırdığı bilgelik, temel ilkelere sadakat, ahlak ve Tanrı inancı olarak tezahür eden organdı bu. Bütün nesil bu dönemde işlerin bu fazlalık, bu safra olmadan da yürüyebileceğini öğrendi veya en azından buna inandı”.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.