“Helalleşme” Kavramının Düşündürttükleri
Buna dair bir şeyler yazıp yazmama konusunda tereddüt ettim bir süre. Sonunda dayanamayıp yazdım işte. Ne yapayım, ben de böyle düşünüyorum.
K. Kılıçdaroğlu’nun bir süre önce açtığı “helalleşme” konusu elbette tartışma yaratacaktı, yarattı. İlk tepkimi şöyle yazdım: “Helalleşmek, yüzleşmeye cesareti olmayanların sığındığı sıkıntılı bir kavram. Sadece iktidar ve muhalefetin değil, toplumca kendimizle yüzleşmeye; hatalarımızı kendi suratımıza çarpmaya ihtiyacımız var. Biraz acılı oluyor ama sonucu hayırlı.” Ama sonra itiraf etmeliyim ki KK. bu kavramın içini benim beklemediğim şekilde doldurdu. “Hesaplaşma ayrı, ama devlet mağdur ettikleriyle helalleşecek” mealinde açımladı söylediklerini. Açıkçası cesurca bir hamle. Muhalefetten bu tür kontrataklar görmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Bana iyi geldi. Elbette hemen kendi partisinin içinden bile “devleti karıştırma” diye itirazlar yükseldi. Öyle değil mi, bizim kadim “devletseviciliğimiz” solda da hep yaşamadı mı?
Ama başka bir itiraz da şöyle yükseldi: “KK neden İslami kavramlarla konuşuyor?”, Ki, bu yazıyı asıl yazma sebebim bu.
Bu itirazın arkasında KK’nun uzun süre muhalefeti Ekmeleddin İhsanoğlu ve Abdullah Gül gibi isimlerle meşgul etmesi, mevcut iktidarı aşmanın yolu olarak açıkça sağcı bir siyaset önermesinin yarattığı haklı öfke de var elbette. Bu öfkeyi ve KK’ndan gelen her şeyi bir rezervle karş̧ılamayı anlıyorum. Bu rezervler benim için de geçerli.
Ama bu yazıda benim konum bu değil. Uzun süredir kafamı meşgul eden sol, kültür ve toplum ilişkisi üzerine birlikte düşünmeyi önereceğim.
Sol-sosyalist topluluğun dine karşı duruşu uzun zamandır tartışılıyor. Ne bu yazıyla çözülecek, ne de kısa zamanda bir ortak fikrimiz oluşabilecek. Bunun farkında olarak yazıyorum elbette. Bizim “Allah yok, din yalan” şeklinde özetleyebileceğimiz ilk “keşif” yıllarımız, daha çok ergenlik çağlarımıza rastlar. Bellediğimiz üç beş kalıp (“Din halkın afyonudur”, “İslam bizim gelişmemizi engelledi”, “Din bütün kötülüklerin anasıdır” vb.) konuyu açıklamaya yeter ve hatta artardı bile. Konu üzerinde kafa yormak, mesela Marx’ın din hakkındaki çözümlemelerini tartışmak; toplum ve din ilişkisi üzerine sosyolojik ve politik tartışmalar yapmak kadar gereksiz bir şey yoktu.
Oysa basit bir gerçek hep önümüzde duruyordu: Toplumu tanımadan, onun kültürel kodlarını bilmeden, kendini nasıl inşa ettiğini çözmeden onu dönüştürmeyi bırakın; onunla iletişime geçmek bile imkansız.
Sol, aslında bu bilgiyi -tamamen yanlış anlayarak- kullanmaya çalıştı. Dinsel referanslarla harmanlanmış geleneksel kültür, hiçbir süzgeçten geçirilmeden ve tartışılmadan içselleştirildi, uzun zaman. İçki ve cinsellik yasakları koyarak, öldürülen yoldaşlarını “ölümsüz şehitler”, kadın yoldaşlarını da “bacılar” diye kodlayarak vs… Yapılmak istenen, elbette geleneksel kültürün içinde yaşayabileceğimiz bir alan açmaktı. Ama sorun şuydu ki, toplum soldan daha hızlı değişen bir organizmaydı.
“Yanlış anlamak” elbette sorundu ama; bence asıl büyük sorun solun bu bağı kurmaktan, toplumla iletişime geçmekten vazgeçmesiyle başladı. Aziz Nesin’in “Halkın %60’ı aptal” sözünün popüler bir kalıp haline gelmesi bu vazgeçişin en belirgin göstergesiydi.
“Makarnacılar, oylarını kömüre satanlar” zaten değiştirilip dönüştürülemezdi. Ve en nihayet, onlar zaten “müstahaktı”. Sosyalist odakların böyle bir kavramsallaştırma yapmadıkları malum. Bu siyasetten istifa anlamına gelir. Ama ben popüler olandan söz ediyorum. Sosyalist yapıların günahı belki, bu yaygın sapmaya savaş açmamaları idi. Bu da affedilebilecek bir aymazlık değil bence.
Dinin egemenler için çok kullanışlı bir rıza üretme aracı olduğu tartışılmaz. Yeni bir bilgi değil bu. Bilinen bütün tarih boyunca böyle olmuş. Trump’ın sürekli İncil elinde konuşmasıyla, Erdoğan’ın “Nas” kartını kullanması önümüzdeki güncel örnekler.
Ama bence bizim temel sorunumuz, devletler tarafından örgütlenmiş din ile bireyin manevi ihtiyaçlarını ayıramamak. Marx’ı hatırlayalım; “Kalpsiz dünyanın kalbi, varoluş acısını dindiren bir ağrı kesici” olarak din... Egemenlerin sonuna kadar sömürdükleri şey bu işte. Madalyonun bu yüzüne kör olmanın getirdiği şey ise, “Halkı uzaktan sevmek, aşkların en güzeli”.
İnanan insanla aramıza koyduğumuz şey esasen “mesafe” de değil. Birbirimizi görmemizi imkansızlaştıran siyaha boyalı bir cam. Orada olduğunu biliyoruz, ona ulaşıp bir şeyler de söylememiz lazım. Ama bunu imkansızlaştıran engelleri de kendimiz koyuyoruz. (Bunu aşabildiğimiz örneklerin büyük çoğunluğunda ulaşabildiğimiz kesimlerin kurumsal İslamla bağları zayıf topluluklar olması -Alevi mahalleleri, mürekkep yalamış kentliler vb. gibi- tesadüf değil elbette).
Yakın tarihten kişisel bir gözlem aktarmak istiyorum. 2017 referandumunda “Hayır Kampanyası” sırasında esnaf ziyaretleri yaparken kullandığımız “hayırlı işler, hayırlı kazançlar” ifadeleri bir kaç genç arkadaşı rahatsız etmiş, söylemek istememişlerdi. Esnafa “hayırlı işler” demeyi İslami bir jargonla konuşarak, bir tür takiyye yapmak şeklinde değerlendiriyorlardı.
Bu tavır herkesin malumu ki, yaygın bir tavır. Halkın “geri” (gerici?) hayatına alternatif bir ileri-seküler dil inşa etme çabası ile de tamamlanıyor. Mesela birisi öldüğünde arkasından “nur içinde yatsın” demiyoruz da “ışıklar içinde uyusun” ya da “mekanı cennet olsun” yerine “yıldızlar yoldaşı olsun” diyoruz artık. Oysa tam da bu çaba, bu tür sözlerin hepimiz tarafından ölüm gerçeğine bir mana yükleme çabasına denk geldiğini gösteriyor. Evet bizi çoğunluktan başarıyla ayırıyor, ama “manevi anlam arayışının” başka bir yerinde bizi tekrar inşa ediyor. Pek de “ateistçe” sayılmaz yani.
Nitekim, halkın gündelik ritüelleriyle dalga geçen birçok “seküler” arkadaşın bu anlam arayışını uzakdoğu inanışları, meditasyonlar, astroloji, kızılderili duaları, şaman inancı, alternatif tıp, kişisel gelişim vb. gibi, neyse ki (!) “buralı” olmayan ve “gericilikle itham edilmeyecek” şeylerle karşılıyor olması şaşırtıcı gelmiyor. Ya da sırf İslamcılar karşı çıkıyor diye yılbaşını evinde çam ağacıyla karşılamak, hıdrellezde çaput bağlamak gibi yarı şaka - yarı ciddi etkinliklere etrafımızda çokça rastlıyoruz.
Oysa bu tür söz kalıpları, ritüel ya da jestlerin gündelik hayatta içeriğinin nasıl doldurulduğuna biraz bakmak, anlamak için yeterli olabilir. Bunların sanıldığı gibi öte dünyaya dair mistik anlamları yok. Sisteme boyun eğmeyi sağlayan işlevleri olduğunu söylemek de pek dayanaksız olur.
Bunların tamamen toplumun dünyevi hayatının düzenlenmesi ile ilgili olduğunu görmek zor değil.
Bazı jestler, söz kalıpları ve kavramlar dinsel anlamlar çağrıştırsa da gündelik hayatın akışı içinde doğrudan seküler anlamlar taşırlar. Gol atan takımına “helal olsun” demek, birisini sözüne inandırmak için “vallahi” demek, sana güzel sözler söyleyen arkadaşına elini göğsüne koyup, “eyvallah” demek, yeni doğan yeğeninize altın takıp “maşallah” demek, sınava giren komşu çocuğuna “hadi inşallah” demek, sabah ekmek almak için girdiğiniz mahalle bakkalına “hayırlı işler, bol kazançlar” diye gülümsemek, eşini yitirmiş akrabaya “Allah rahmet eylesin” demek... ve daha birçoğu; içinde yaşadığımız toplum için birlikte yaşamayı kolaylaştıran, dayanışma duygusunu canlı tutan, acıları avutan ve “biz” duygusu yaratan dünyevi jestler. Kültür de zaten esasen bu demek.
Bütün bu jest ve ritüellerin dini referanslara dayandığını söylemek yerine, örgütlenmiş dinin onbinlerce yılda oluşmuş bu kültürel ortamı kapsayarak içerdiğini söylemek daha doğru. Mesela Hristiyanlığın Noel’i aslında çok daha eski kökenli pagan bir adeti içererek üretmesi gibi... Hakeza bizdeki bayramlar da öyledir. İnsanlık zaman içinde “biz” olma ve birlikte yaşama iradesini canlı tutacak sayısız araç icat etti ve elbette dinler bunların çoğunu içerdi. Tehlikeli olabilecekleri de şeytanlaştırdı.
İşin bu kısmını uzatmak yerine Alain de Botton’un “Ateistler İçin Din” kitabını (Sel Yayınları, 2012) önerebilirim. Çok daha detaylı ve tabi daha güzel açıklıyor.
Sonuç olarak elbette kurumsal dinlerin sömürüyü meşru ve ilahi gösteren her türlü girişimine şiddetle itiraz edeceğiz. Varlık sebebimiz bu. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılması; hayatın muhafazakarlaştırılmasına, dinsel yasaklara, dini eğitimin yaygınlaştırılmasına ve sömürünün üstünü örten dini argümanlara karşı çıkıp, sömürüyü görünür kılma çabası içinde olacağız.
Ama eğer, yeni moda “kırlara kaçacağım, kimseyle ilişki kurmayacağım”cı bir apolitiklikle malul değilsek, ilişki kurup ikna etmeye çalışacağımız yine işte bu halk. Yerlilere medeniyet götüren sömürgeciler gibi davranmak içimize sinmiyorsa, insanların kültürel varoluşlarını anlamaya çalışmak önemli bir başlangıç olabilir.
Toplumsal yaşamı inşa eden kodlar, biz istedik diye öyle kolayca değişmezler. Elbette yaşam dinamiktir ve sürekli bir akışa sahiptir ama birçok kültürel fenomen, çoğu zaman şekil değiştirip, alttan alta yaşamaya devam eder.
Bence emekçi sınıflarla kurulacak ilişkinin ilk adımı “ben senin kendini gerçekleştirme biçimine saygılıyım” mesajını anlaşılır biçimde karşı tarafa iletmek. Saygılı olmak elbette her zaman aynı dili kullanmak anlamına gelmez. Ama “ben senin içinde varolduğun kültürel atmosferi reddedip, sana bambaşka bir kültürel kodlar dayatacağım” mesajının da bir maliyeti var.
Emekçileri, düzen mağdurlarını dogmaların etkisinden kurtaracak olan ilk şey, öncelikle onunla iletişime geçmeyi başarmak. Sömürüyü meşrulaştıran egemen dinsel söylemi sorgulamasına gidecek yolu da bu ilişki açacak zaten.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.