Post

Kuram Tartışması Önceliklidir

*Sosyolog Doç. Dr. Utku Balaban’ın Sendika.org’un hazırladığı “Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa” dosyası için yazdığı yazıyı sizlerle paylaşıyoruz. Röportaj ilk olarak 28 Temmuz’da bu linkte yayınlandı. 

Soru 1: Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?

“Yenilgiyi” Nasıl Tanımlamalı?

“Yenilginin” tarifi

Bu soru, kapsamlı bir yanıt gerektiriyor. Önce “yenilgi” kavramının içini doldurmak gerekir herhalde. Bunu da 2023 Seçimleri ve 1980 Darbesi sonrası, yani kısa ve uzun erimde olanlara göz atarak yapabiliriz.

2023 Seçimlerinden başlarsak karşımıza iki esaslı mesele çıkmakta. Bunlardan birincisi işçi sınıfının sosyalistlere gösterdiği teveccüh, ikincisi ise sosyalistlerin süreci okuma kabiliyetlerine ilişkin. Yani sırasıyla örgütlenme ve kuram…

2023 Seçimlerinin yarattığı moral bozukluğunun, yenilgi hissinin birinci nedeni 2016 sonrasında ücretlerde gerçekleşen küçülmenin sosyalistlerin beklentilerini karşılamamış olması idi. Bunu üç veri kırıntısıyla biraz açayım. Öncelikle, kişi başı gelir, yani kişi başı GSYH, 2013’de aylık 1.045 dolara ulaşmışken 2020’de 713 dolara kadar düştü. Yani son birkaç senelik bir meseleden  değil insan hayatı için çok uzun bir süreden, bir onyıldan bahsediyoruz. Ayrıca bu dönemde dünya genelinde kişi başı gelir büyümeye devam etti.  Benzer şekilde üst orta, orta ve alt orta gelir grubundaki ülkelerin ortalama kişi başı gelirleri büyürken Türkiye’ninki küçüldü. Yani “bir küresel kriz var da Türkiye bundan diğer ülkeler gibi etkilendi” diyemeyiz. Öte taraftan Türkiye’deki seyrin örtüştüğü ülke grupları da var. Örneğin yıllık kişi başı geliri 1.200 doların (ya da aylık kişi başı geliri 100 doların) altında düşük gelirli ülkeler (1).

Buradan ikinci metriğe yani ücretlere geçeyim. SGK İstatistik Yıllıklarındaki günlük kazanç verisinden hareket edersek 2002-2021 döneminde kayıtiçi ücretli çalışanların yüzde 65’inin ortalama ücretleri asgari ücret ile asgari ücretin üçte bir fazlası arasında kalan bir banda sıkışmış. İlgili bandı örneğin asgari ücretle asgarin ücretin yarı fazlası arasında ele alırsak oran yüzde 74’e çıkıyor. 2016’da 431 dolar olan asgari ücret 2022’de 302 dolara inmiş. Bakın, bu önemli bir veridir çünkü 1974’den beri dolar bazında brüt asgari ücretlerin seyrine baktığımızda bu yarım asırlık dönemde 14 yıl asgari ücrette dolar bazında bir düşüş gerçekleşmiş ve bu 14 yılın 7’si 2014-2022 dönemindedir. Daha önemlisi Türkiye’de 1974’den beri hiçbir dönemde 2017-2021 döneminde olduğu gibi asgari ücrette (2019 hariç) 5 yıllık kesintisiz bir küçülme olmadı.

Üçüncüsü işçi sınıfının gelirlerinin ülkedeki genel gelir seviyesine oranı açısından bir metrik ararsak, 2002-2021 döneminde asgari ücretin kişi başı gelire oranına bakabiliriz. Bu oran bu dönemde yüzde 50-60 bandında seyretti. 2019-2022 yıllarında bu oran düşmeye başladı ve 2022’de yüzde 39’a indi. Yani asgari ücret sadece 2016’dan beri neredeyse kesintisiz biçimde küçülmedi son üç yıl içinde bu küçülme ortalama gelirdeki küçülmeden de hızlı oldu.

Yani hangi kolay ulaşılabilir metriğe bakarsak bakalım genel olarak 2010’lu yıllarda ve özelde 2016’dan beri işçi sınıfının ücretlerinde bir düşüş, sömürü oranında bir artış var ki bu süreç seçimden hemen önce başlamamış. Aksine, bir hayli uzun zamandır devam eden bir yoksullaşma var ve bu seyir seçimden önce hızlanmış. Dolayısıyla bu gidişatı işçi sınıfına dönük bir bölüşüm hücumu olarak tarif edebiliriz.

Strateji ve taktikleriniz sonuç alıcı ise bu tür bir hücum sırasında işçi sınıfının önemli bir kesiminin sizin söylemlerinize kulak kabartmalarını beklersiniz. Hele ki büyük muhalefet bloku, yani Millet İttifakı, neredeyse her temel konuda iktidarla uzlaşmışken…

Dolayısıyla özellikle 2023 Seçimlerinde sosyalistlerin sandıkta büyük bir başarı kazanmaları gerekirdi. Fakat sosyalistlere giden toplam oya baktığımızda bu tür bir netice görmüyoruz. Sosyalistler siyasi performanslarını elbette sadece sandıkla ölçmezler. O zaman başka hangi metriklere bakılabilir? Örneğin grevlere katılan işçi sayısı. ÇSGB verisine göre 2008-2017 döneminde özel sektörde yılda ortalama 10.650 işçi grevlere katılmış. Bu halihazırda çok küçük bir sayıdır ve sendikaların bu performansa bir açıklama getirmeleri gerekir elbette. Fakat daha da çarpıcı olan 2018-2021 dönemine yani ücretlerin sadece nominal olarak değil, kişi başı gelire göre bile düştüğü yıllarda özel sektörde yıllık ortalama greve katılan işçi sayısı 2.363’e düşmüş.

O zaman hem stratejik hem de taktiksel açıdan yenilgi hissinin altını dolduran ve olguların da güçlü biçimde işaret ettiği bir başarısızlık söz konusu.

Belli ki sosyalistler en azından bir kısmı bu süreçle dönemin “özel koşullarına” vurgu yaparak ve biraz da “daha iyisini yapabilirdik” alt mesajını içeren hafif özeleştirilerle başa çıkmaya çalıştılar. Bu, son kırk yıldır defaatle takınılan bir tutumdur. Bu tür bir tutumu takınabilmeyi sağlayan temel unsur ise “her ne kadar işçi sınıfına erişemiyorsak da en azından genel siyasi ve iktisadi süreci bizden daha iyi okuyabilen bir siyasi akım yok” cümlesiyle özetlenebilecek bir iç rahatlığıdır.

2023 seçimleri bu iç rahatlığını da sosyalistlerin elinden aldı çünkü sosyalistler arasında işçi sınıfına dönük hücumun sosyalistlere dönük olmasa bile sistem-içi muhalefete seçimi kazandıracağına dönük yoğun bir inanç vardı. Seçim sonuçları bu inancı yanlışlayınca sosyalistler uzun zamandan beridir ilk defa kendilerine “kullandığımız kuramsal çerçevede bir eksiklik mi var” sorusuyla karşı karşıya kaldı çünkü birçok sosyalist kuramlarını yıllarca basit formülasyonlara indirgemiş ve en nihayetinde bir sosyal demokratın bile terennüm edebileceği “yoksullaşma bu iktidarı götürür” basitçiliğine gömülmüşlerdi.

Bu, çok rahatsız edici bir şoktu çünkü, dediğim gibi, uzun zamandır sosyalistler fiili siyasi performanslarını tartışmıyorlar, böyle bir tartışma yapma gerekliliğini görmüyorlar. Bunu da açıkçası bir tür mağduriyet duygusunu yeniden üreterek yapıyorlar: “Çok güçsüsüz. Bu nedenle bizi siyasi performansımız üzerinden eleştirmeyin. Biz de zaten kendimizi eleştirmeyeceğiz”. Güzel. Siyasi performansı eleştirmeyelim. Kimse kimseyi üzmesin, ona da tamam. Fakat olan biteni de anlamlandıramıyorsanız, örneğin 2023 Seçiminden sonra ‘yahu ne oldu’ diye kendinize soruyorsanız alarm zillerinin çaldığını hâlâ inkâr edebilir miyiz?

Kuram tartışmasının aciliyeti

Okura kendimi tanıtmak için sosyalistlerin önemli bir kesiminin 2023 Seçimlerinin neticesini belirleyecek temel dinamiği (yani istihdamdaki büyüme) göremediklerini, birçok kanaat önderinin kamuoyunu yanılttığını yaklaşık bir sene kadar önce kamuoyuyla paylaştığımı not etmek isterim. Ayrıca o kanaat önderlerinin seçimden sonra özür dilemeyeceğini, özeleştiri vermeyeceğini de öngörmüştüm.

Seçim sonucuna ilişkin ilk öngörüm doğrulandı sanırım. İkinci öngörümün ise hakikaten yanlışlanmasını istiyorum fakat bu yönde herhangi bir emare henüz yok. Bu tutum sorunlu…

Özetle ücretlerdeki küçülmeyle beraber gelen istihdam genişlemesinin önemine işaret ederek bu inancın iki açıdan çürük olduğunu anlatmaya çalıştım. Birincisi, Millet İttifakı bu küçülmeye bir çare önermiyordu. O nedenle, istihdamdaki büyüme AKP’ye seçmen tabanında büyük bir erimenin önüne geçmesi için yeterli gelecekti. İkincisi, sosyalistlerin bu seçimlere ilişkin net bir hedefi yoktu: Her ne kadar istihdam genişlese de bu genişlemenin dışında kalan belki milyonlarca işçi var. Bu işçilerin evine ek bir maaş girmedi, sadece gelirleri dramatik biçimde düştü. İşçi sınıfının bu önemli kesimi, yani sınıfa dönük hücumun mutlak mağdurlarının çok küçük bir kesimi bile sosyalistlerin mesajına teveccüh etseydi bugün benimle bu söyleşiyi yapmazdınız.

Yani mesele artık sadece sosyalistlerin siyasi performansı ile ilgili değil. Aynı zamanda 2023 Seçimleri öncesindeki süreci bile okuyamama hâlinden bahsediyoruz. Düşünsel zeminde sosyal demokratlarla ve hatta kimi sağcılarla aynı fazda düşünmeye başladık. Bu, şu açıdan önemlidir: Bir “yenilgi hissiyatından” bahsediyorsak bu, artık sadece grev sayısı, partili sayısı, sendikalı oranı, 1 Mayıs’a katılım ve sandık sonuçları vs. ile ilgili değildir. Sosyalistler, artık, kendilerine en güvendiği alan olan “büyük resmi okuyabilme” kapasiteleri hakkında da kuşku duymaktadır.

Bu kuşku üzücüdür fakat aynı zamanda sağlıklı bir tutumdur ve olumlu sonuçları üretme potansiyeline sahiptir: Eğer 2023 Seçimleri mevcut durumu okuyamadığınızı size göstermişse yapmanız gereken, kurama dair sonuç alıcı adımlar atmanıza izin verecek bir tartışma başlatmaktır.

“Yenilgiyi” Nerede Aramalı?

Kuramı tartışmamak

Şimdi “yenilginin nedenlerini nerede aramalı” sorusuna geçeyim. Bu soru, ister istemez, 1980 Darbesi sonrasını, yani uzun erimde olanları irdelemeyi gerektiriyor.

Biraz önce söylediklerimden hareketle şu ayırımla başlayalım. Yenilgi hissiyatının arkasında öncelikle bir kısım dışsal öğe var. 12 Eylül sonrasında hiç ara vermemiş 40 yıllık bir baskı süreci var. Bunu göz ardı edemeyiz. Diğer taraftan önemli bir içsel öğe var: Bu da, sosyalistlerin bu dönüşümleri anlayabilecek ve değiştirebilecek bir kuramsal çerçeveyi tartışma ve kurma isteksizliği ile ilgilidir. Yani dışsal öğe yok sayılamaz fakat içsel öğe, yani kuramsal tartışmadan kaçınma hâli, bu dışsal öğeyi daha da yıpratıcı hale getirdi.

Dolayısıyla, kuram tartışmasından kaçınma hâli, bana kalırsa, yenilgi hissiyatının arkasındaki öncelikli unsurdur, devlet baskısından bile daha önemlidir çünkü o tartışma gerçekleşse ve meyvesini verseydi devlet baskı mekanizmalarını bu kadar fütursuzca kullanamazdı, üretim ilişkilerindeki dönüşüm işçileri bu kadar zayıf ve çaresiz bırakmazdı.

Bu nedenle 2023 Seçimlerinin sonuçlarını okuyamama hâlinin kökeninde yatan kuramsal eksiklikle 1980 sonrasındaki yenilgi hissiyatının arkasındaki kuramsal eksiklik birbiriyle bağlantılıdır. 2023 Seçimlerini okuyamama hâli bu seçime ilişkin konjonktürel bir hata değil 1980 sonrasındaki süreci okuyamama hâlinin bir uzantısıdır. Özetle artık kuram tartışmasından kaçacak yerimiz kalmadığına, tumturaklı kavramların arkasına sığınarak bu durumu savuşturmanın, bu aciliyet arz eden meseleden kaçınmanın mümkün olmadığına inanıyorum. Kaçınanların da artık iyi niyetli olmadığını düşünüyorum.

Öte taraftan, bu kaçınma hâlinin yeni olmadığını da tekrar vurgulamalı. 12 Eylül Darbesi başta olmak üzere son 43 sene içinde bizi kuramın temellerini tartışmaya çağıran o kadar çok olay ve süreç yaşandı ki… 1990-91 Zonguldak Grevi, 1990’larda Kürt Hareketi ve TSK arasındaki çatışmalı süreç, 2002’de AKP’nin iktidara gelmesi, 2009 Tekel Direnişi, 2013 Gezi Protestoları, 2014 Soma Faciası, 2015 Metal Fırtına, 2015-2016’da Kürt sivillere dönük operasyonlar, 2016 Darbe Girişimi… Bunların her birinin neden bizi kuram tartışmasına sevk etmesi gerektiğini ayrı ayrı tartışabiliriz. Ötesi, bu tekil olay ve süreçler dışında son 30 yıllık bir İslamcılaşma süreci var (ki evveliyatı da var elbette). Laikçi-İslamcı ikiliği niye, nasıl siyasetin merkezine oturdu? Sonra ne oldu da son yıllarda bu ikilik önemini yitirdi ve sistem-içi siyaset hem laikçi hem İslamcı unsurları barındıran iki blok arasındaki rekabete indirgendi?

Özetle yenilgi hissiyatı sadece kuramdaki sıkıntıdan kaynaklanmaz, devlet baskısında cisimleşen dışsal etmenler önemlidir. Fakat hem mevcut durumdan çıkabilmenin yolu kuramı tartışmaktır hem de bu tartışmanın olumlu neticeleri o olumsuz dışsal etmenleri olumlu yönde dönüştürmeye izin verebilir.

Kuramı tartışmamanın nedenleri

O zaman “kurama neden dokunulmuyor?” sorusu üzerinde biraz düşünmek gerekir. Bu soruya verebileceğimiz cevaplar bir hayli tatsız fakat bunu yapmaya mecburuz. Kanımca bu kaçınma hâlinin nedenlerini üç başlık altında ele alabiliriz.

Bunlardan birincisi yaşanan sıkıntının kökenlerini sınıflararası ilişkilerden ziyade içinde bulunduğumuz “dönemi” ve/veya “rejimi” tanımlayarak anlama çabası. Çok uzun süredir Post-Fordizm, neoliberalizm, Soğuk Savaş-sonrası dönem gibi kavramlar kullanıyoruz. Bu seçim dört nedenle bir tuhaflığa işaret ediyor.

Birincisi, bu bahsedilen kavramların işaret ettiği dönem ya da birikim rejimi 40 yılı aşkın bir süredir gerçekleşen dönüşümleri anlamak için kullanılıyor. Basitleştirirsek, 40 yıldır devam eden bir süreç artık “post” ya da “neo” takılarıyla anlaşılabilir mi?

İkincisi, bu “rejim” ya da “dönem” birçok açıdan dönüştü. Artık kimse özelleştirmelerden bahsetmiyor çünkü özelleştirilecek kamu şirketi kalmadı. Devletin piyasa ilişkilerinden çekilmesi sürecinden bahsedilmiyor çünkü devlet sömürücü ve asalak sınıflar lehine piyasaya aktif biçimde müdahale ediyor. Yani bu tür kavramların bugün neyi ne kadar açıkladığı sorusuna yanıt vermek gerekir.

Üçüncüsü, bu tür kavramlar “kapitalizmin altın çağı” olarak görülen İkinci Paylaşım Savaşı sonrası dönemi zımnen kutsuyor, o dönemde olanları bugün için başarı ya da başarısızlığın referans noktası olarak sunuyor, o dönemin örgütlenme biçimleri ve kuramsal katkılarını dokunulmaz kılıyor. Bu kavram setiyle düşünmeye devam ettiğiniz sürece son 40 yılda olanları bir “istisna”, bir “sorun”, bir “detay” olarak görme eğilimini güçleniyor. Oysa belki bu dönemde yaşadıklarımız bize 19. Yüzyıla dek geriye dönük biçimde kapitalist üretim ilişkilerinin genel seyrine dair bir kuramsal çerçeve geliştirmeye yardımcı olacak done sunuyor.

Yani geçmiş dönemlerde yaşananlar nasıl örneğin emperyalizm ya da tekelci sermaye gibi kavramları kurama hediye ettiyse, bu katkılar genel olarak sadece o kavramların türetildiği dönemi değil önceki dönemleri de kapsayacak şekilde kapitalist üretim ilişkilerinin genel tarihine ilişkin okumaları desteklediyse ve bu kuramsal dönüşümler dönemin eylemliliğine ve örgütlenme sürecine katkı yaptıysa, bu dönemde de sadece bu dönemi değil, bu tarihin geneline ilişkin çerçeveyi genişletebilecek adımlara, atılımlara ihtiyacımız var. Örneğin, Lenin emperyalizmi kapitalizmin (o dönemki) en yüksek aşaması olarak tarif edebilmişti. Sadece kendi dönemini değil önceki dönemleri de kapsayan bir okuma sunmuştu. Bu kuramsal adımın Bolşeviklerin örgütsel başarısına katkı sunduğuna herhalde birçokları katılacaktır. Eğer Lenin, örneğin Marx’ın kuramını geliştirdiği rekabetçi dönemi kapitalist üretim ilişkilerinin “ideal tipik” hâli olarak ele alsa ve tekelci dönemi “post-rekabetçi” ya da “neo-rekabetçi” takılarıyla ile anlamaya çalışsa acaba ne olurdu? Bu soruyu irdelemek gerekir.

Bu etmenle ilgili dördüncü gariplik de SSCB’nin çöküşü ile ilgili. Bu olay bir hayal kırıklığı yarattı doğal olarak fakat bazıları için mesele bununla sınırlı kalmadı, 1991 sonrasında sosyalizmin yanlışlandığını iddia eden eski sosyalistleri de gördük. Bu insanlar belli ki sosyalist değildi, güç aşığı insanlardı. Yani güçlü bir devlet varsa sosyalistsiniz, ilgili rejim çökerse sosyalist değilsiniz… Bu tür kişiler sosyalist harekete şu zararı verdi: Doğru tutumu takınanlar bu ‘döneklere’ benzememek için 20. Yüzyılın sosyalizm deneyimini ve bu deneyimin içinden çıkan fikirleri ‘derin dondurucuda’ saklamayı, bir tür ‘kuramsal sadakat’ saikinden hareket etmeyi tercih ettiler. Bu, 1990’lar için doğru bir tutumdu çünkü o dönemde bu bahsettiğimiz ‘dönekler’ dışında imtiyazlıların kokuşmuş fikirlerini madunların sesi gibi sunan postmodernistlerin yarattığı kakafoni de kulaklarımızı tırmalıyordu. Fakat konjonktürel olması gereken bu ‘sadakat tutumu’, sonrasında sosyalistlerin kuramla ilişkisini son derece sorunlu hâle getiren önemli bir başka engele dönüştü. Tarihsel materyalistler tarihten ders çıkarır…

Kurama dokunmaktan kaçınma hâlinin bir ikinci nedeni mücadele ettiğimiz failleri kendi egomuzun aynada genleşmiş yansıması olarak görme eğilimimiz. Kimilerine göre örneğin TÜSİAD istese İslamcılar iktidardan gider. Diğerlerine göre, AKP bir Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) ya da birazcık daha soyutlarsak emperyalizmin ürünüdür.

Burada emperyalizmin, BOP’un olmadığını iddia etmiyorum, TÜSİAD’ın iktisadi ve siyasi gücünü de küçümsemiyorum fakat şu iki soruyu soruyorum:

Birincisi, bu düşünme hâlinin işaret ettiği failler sosyalistlerin işçi sınıfına erişimine dair yaşadıkları güçlüklerin ne kadarından birebir sorumlu? Yani örneğin BOP elbette örneğin AKP’ye uluslararası mecrada meşruiyet ve kaynak sağladı fakat AKP öncesindeki iktidarlar bu tür bir destek almıyorlar mıydı, emperyalizme karşı kelle koltukta mücadele mi ediyorlardı? Özetle, BOP sosyalistlerin bir işçi sınıfı mahallesinde derdini etkin biçimde anlatmasına ne şekilde engel oluyor ya da BOP’tan önceki küresel politik aranjman her ne ise ondan daha fazla mı engel oluyor?

İkincisi, üretim ilişkilerindeki dönüşüm Washington Konsensüsü ve Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne girişi gibi küresel ölçekteki olaylarla birebir bağlantılıdır elbette fakat örneğin Türkiye’nin 1980 sonrası küresel sermaye birikimine dahil olma süreci buralardaki işçi sınıfının güçlü direnişi ile karşılaşsaydı o küresel olaylar bugünkü sonuçları üretebilir miydi? Burada Türkiye’nin dünya ölçeğine göre bir hayli az hacimde doğrudan dış yatırım aldığını hatırlatmalıyım. Dolayısıyla o güçlü rakiplerin yereldeki destekçilerini pasifize edebilseydik o rakipler bu kadar güçlü olur muydu? Neden sadece “en tepedeki” rakibi, “en küresel” planı kavramsallaştırmaya, kuramsallaştırmaya bu kadar istekliyiz de, örneğin, bırakın mahalleyi, kenti, ülke ölçeğindeki süreçleri tanımlama çabasını bile bu kadar küçümsüyoruz? Elbette küçümseme hakkına hepimiz sahibiz fakat, tekrar etmek gerekirse, o küçümseme içeren toptancı yaklaşım size 2023 Seçimlerini okuyabilmenize yardımcı oldu mu, 43 yıllık duraksamadan size bir çıkış yolu sunuyor mu?

Her iki soru da bizi yereldeki failler üzerine düşünmeye itiyor. Kuramda bir ilerleme kaydedeceksek, bana kalırsa, tartışmayı da bu failler üzerine düşünerek başlatmak doğru olacaktır.

Fakat bu tür bir tartışmayı başlattığımızda bir yönüyle egomuzla yüzleşmemiz gerekiyor çünkü kuramın içinden çıktığına inandığımız maniheist sınıf anlatısının dışına çıkmamız gerekiyor. Yani sınıf kuramını bir “iyiler-kötüler savaşımı” imgesini üzerinden kurmamamız gerektiğini kabul etmemiz gerekir.

Bir taraftan, öyle büyük, güçlü rakiplerden bahsediyoruz ki neticede bu düşünme hâli bizi süreci dönüştürebileceğimiz inancından uzaklaştırıyor, sosyalistlerin süregiden başarısızlıklarına bir mazeret sunuyor ve hatta gururla karışık bir mağduriyet hissiyatını körüklüyor.

Öte taraftan, birçok sosyalist, gayri-burjuva asalak sınıfları kurama içkin failler olarak dahil etmeyi de içerebilecek türde bir fikri dönüşümü kuramın “saflığına” halel getirdiği için tartışmak istemiyor. Bir proletarya ve bir burjuvazi olmalı. Bunlar dışında başka sınıflar olmamalı. Sosyalistler de artık toplumun yüzde 99’unu içeren proletaryaya önderlik ederek süreci değiştirmeli. Oysa yine hatırlatmak gerekir ki 20. Yüzyıl başında sosyalistler bu tür bir anlatıdan uzak durdular. Alman sosyalistler orta sınıf kavramı üzerine tartıştı. Bolşevikler köylülüğü derinlemesine analiz ettiler.

Bu bağlamda önümüzde duran güçlük şu: Bu maniheist anlatıdan sıyrılmak için gündelik yaşamımızda en yakınımızda duran kesimleri, örneğin küçük burjuvaları hedef tahtasına oturtmamız gerekiyor. Belki kendi ferdi sınıf konumumuzu sorgulamamız gerekiyor. Bunlar şahsi seviyede herkesin zorlanacağı bir muhasebeye işaret eder, özellikle kendinizi dünyadaki hemen tüm toplumsal eşitsizlik biçimlerine karşı mücadele eden bir kişi olarak tarif ediyorsanız.

İşte bu son unsur kuram tartışmasına dair isteksizliğin üçüncü ana nedenini görebilmemize yardımcı olur: Kuram tartışmasını dönem/rejim meselesine indirgeme ve faillerin sınıf kimliğini tartışmaktan kaçınma olarak özetleyebileceğim ilk iki nedenin yanı sıra, aslında daha da can acıtıcı bir başka etmen grubu sosyalistlere özgü ferdi, grupsal ve mesleki özellikler ile nesiller arası ilişkilere dair sorunlu dinamikler.

Kişisel düzlemde kuram tartışması, iman edilen fikre saldırı gibi algılanıyor ki bunu biraz önce açtım. Grup dinamikleri de benzer bir etkide bulunuyor. Her sosyalist grup neticede bir doktrin üzerine kurulur ya da kurulmalı. Bu doktrini geliştirme fikri sosyal bütünlüğe dönük bir tehdit olarak algılanıyor. Türkiye’nin uzun sosyalist tarihinde acaba kaç sosyalist örgüt ve parti, dağılmamayı veya parçalanmamayı başararak doktrinini yenilemiştir sorusunun cevabını merak ederim.

Mesleki gruplar açısından, örneğin iktisat eğitimi almışlar emek-sermaye soyutlaması ile sınıflararası ilişkilerin tarihçesini ikame etmeye çalışıyorlar. Değerlendirmelerinin bir kısım nicel unsur barındırmasından, çoğu sosyalistin bu nicel değerlendirmeleri anlamakta güçlük çekmelerinden mütevellit anlattıkları öykü bu sosyalistler için büyük bir gizem barındırıyor. Bu Marksist iktisatçıların en azından bir kısmı meramlarını anlaşılır kılmaya çabalamaktan ziyade, bu gizemliliği sosyalistler arasında otoritelerini tesis etmek için suiistimal ediyor. Aslında açıklayamadıkları ve kullandıkları yöntemler itibariyle de açıklayamayacakları çokça unsur var. Bunlara dönük bir netlik sunulmuyor, neredeyse kimseden eleştiri almadan rahatlıkla bu unsurları “ekonomi dışı öğeler” olarak tanımlabiliyorlar ve hâlen genel süreci açıklayabildiklerini iddia edebiliyorlar. Yani birçoğunun sunduğu çerçeve dar. Bu grubun, Marx’ın bir “iktisatçı” olduğu yanlış önermesinden hareketle, tartışmaların önünü kesen bir hakimiyeti var. Kamuoyunun karşısında neticeye veya sürece hizmet eden bir fikirle çıkmıyorlar. Durumu (çoğu zaman yanlış) tarif ediyorlar fakat belki en acısı yeni fikirlere hasmane yaklaşıyorlar. Yani “sayıların gizeminin” arkasına sığınarak sağladıkları otoriteyi kurama ilişkin bir tartışmanın önüne geçmek için kullanıyorlar çünkü o tür bir tartışma kendi sundukları alanın sınırlarını da ifşa edecek ve kendi otoritelerini sarsacaktır.

Yarattıkları gizem nedeniyle “yutulması en zor lokma” olarak iktisatçılara özellikle vurgu yaptım fakat mesele sadece iktisatçılarla sınırlı değil. Siyaset bilimi eğitimi almışlar, devlet kavramını fetişleştiriyorlar. Sosyologlar ise toplumsal hareketleri… Biraz önce tartıştığım şu “neoliberalizm” kavramının sanki önümüzdeki meselelere hâlen cevap veriyor gibi kullanılıyor olmasında siyaset bilimcilerin payı var. Örgütlenme meselesini “sosyal hareketler kuramı” içinden çözülebileceği sanrısını da sosyologlar besliyor. Yani özellikle akademisyenler arasında kendi mesleki parçalanmışlıklarının yarattığı zihin dağınıklığının sosyalistleri de etkilediği bir durumla karşı karşıyayız.

Biraz önce bahsettiğim egoyla yüzleşme mecburiyetinin en aciliyet kazandığı dinamik ise nesiller arası ilişkiler. Genç kuşağın ve yaşlı kuşağın yaşamlarındaki anlam arayışına dair ortaklaşalıklarına sıkışmış bir sosyalist hareket var bugün. Her iki kuşak da farklı nedenlerle siyasete “o beklenen günün” özlemiyle dahil oluyor. Hayata yeni atılmış bir gencin ve son dönemlerini yaşayan bir yaşlının bu özlemi anlaşılır ve güzeldir.

Fakat “o güzel günlerin” tarihçesi yani devrimler tarihini kurama ikame etme eğiliminin her iki kuşak arasında da son derece güçlü olduğunu hatırlamalıyız. Bu tarihin içinden eklektik olarak seçilen öğelerle bugünün stratejisinin belirlenebileceğine dair inanç tartışmanın genel çerçevesini belirliyor. Tarihsel materyalizm bir yöntem olarak sadece momentleri değil süreçleri de anlamayı gerektirir. O ikinci öğe eksik kalıyor. Bu durumda kuramla tarih arasındaki ilişki bozunuma uğramış hâliyle ikincisi lehine birincisinin göz ardı edilmesi sonucunu doğuruyor. Kabaca inanç şu: Devrimler tarihi okuyarak her şeyi açıklayabileceğimize göre kurama ihtiyacımız yok ve hatta uzun soluklu bir örgütlenme stratejisine de ihtiyacımız yok çünkü müteakip eylemlilik dalgaları zaten istenen sonucu verecektir. Bu bağlamda genç ve yaşlı kuşaklar arasında zımni bir ittifak var. Yaşlı kuşak eskinin “mücadele tarihini” bir epiklik vesilesi olarak sunuyor. Genç kuşak bu epiklik öyküsünü satın alıyor. Bu fikri bir örnekle somutlayacaksak bana kalırsa yakın tarihimizde bu garip ittifakın verdiği tahribatın en görünür olduğu olay 2013 Gezi Protestoları (ve akabindeki atıllık) idi…

Toparlarsam, dönemlendirme, failleri tanımlama ve sosyalistlerin içe bakışı olarak özetleyebileceğimiz bu üç sürecin etkileri göz ardı edildiği için kuram tartışmasından bir kaçınma hâli var. Bu kaçınma hâli sosyalistler açısından şu dört soruna yol açıyor.

Birincisi, kuramın kapsamını dar tutma eğilimi nedeniyle bugün eklektik düşünce hakimdir. Sanki değerlendirmeyi yapan kişinin “tarihsel materyalist” olma iddiası yokmuş gibi materyalist olmayan unsurlar değerlendirmelere rahatlıkla dahil edilebiliyor.

İkincisi, kuram tartışmasının yokluğunda örgütlenme stratejisine ilişkin de derli toplu bir kolektif düşünme süreci gerçekleşmiyor. Zihinlerde çok çok güçlü ama mesnetsiz ön kabuller var. Örneğin, büyük sınai işletmelerde sendikalaşmanın ön plana çıkarılması. Bu seçimin arkasında basit ama bugünün koşullarında (ve şu an için) geçerliliği azalmış bir argüman vardır. 43 yıldır bu hedef bağlamında başarısızlık devam etse de bu ön kabulü tartışmaya açamazsanız fakat niye açamayacağınız sorusunun cevabı da çok net değildir.

Üçüncüsü, bu tür ön kabulleri en goşist şekilde vurgulayanların çoğunun aslında sosyalistler arasına sızmış küçük burjuva kökenliler olduğunu görebiliyoruz. Bu kesim o ön kabullere dokunulmasına müsaade etmezken, diğer taraftan aslında son derece sorunlu fikirleri sanki sosyalist hareketin olmazsa olmazları gibi sunabiliyorlar. Bu sorun, birçok başka nedenin yanı sıra, kuram tartışmasında gayri-proleter ve gayri-burjuva sınıfların tanımlanması ihtiyacını gündeme getirir.

Son olarak, ilk başta vurguladığım ve bir kriz hâline işaret eden mevcut durumu anlamlandırmaktaki güçlükler söz konusu. Eğer bu sorunu deneyimlemeseydik ilk üç sorunu da tartışmamıza pek imkân olmayacaktı.

Neyin Özeleştirisi Verilmeli?

Şimdi sorunuzun üçüncü öğesi olan “neyin özeleştirisi verilmeli” alt-sorusuna yoğunlaşalım.

Başa geri dönersem, şu aşamada “örgütlenme stratejisine” ilişkin özeleştiri vermenin öncelikli olmadığını düşünüyorum çünkü özeleştiriyi örgütlenme stratejisiyle sınırlı tuttuğunuzda, bu stratejiye indirgediğinizde kuramınızın eksiksiz olduğunu varsaymış olursunuz ve aslında öncelikli meseleyi görünmez kılarsınız. Diğer bir deyişle, evet, örgütlenme stratejisine dair derin bir özeleştiri vermek gerekir fakat kurama ilişkin maalesef o aşamaya bile gelmemize izin vermeyen meseleler var. Kuram tartışması yapmadan örgütlenme özeleştirisi vermek doğru değil.

Kurama ilişkin özeleştiri ise, bana kalırsa, tarihsel ve yöntemsel olmak üzere iki paralel düzlemde verilmeli.

Tarihsel düzlemde dünya ölçeğinde içinde bulunduğumuz “dönemin” ayırt edici özelliklerini ne kadar açıklayabildiğimiz sorusuyla başlamak faydalı olabilir. Bu dönemi öncekilerle ortak potada eritebilecek bir okuma yapabiliyor muyuz? Yoksa 1945-1991 ya da 1917-1991 arasını bir “altın çağ” olarak tarifleyip cari her gelişmeyi o referans noktasından hareketle mi anlamaya çalışıyoruz?

Tarihsel düzlemde ülke ölçeğinde ise 1980’lerden beri tüm sorunlarına rağmen birçok sosyalist hareket kendi ülke siyasetine damgasını vurabilmişken, güçlü bir gelenekten geldiği iddiasını taşıyan Türkiye’deki sosyalistler nasıl oldu da bu denli marjinalize oldular sorusuyla başlamak anlamlı olacaktır. Bu soru da bizi, ister istemez, Türkiye’de İslamcılığın birçok başka Müslüman-çoğunluklu ülkeden bile daha uzun soluklu olmasının arkasındaki nedenleri irdelemeye iter. Dolayısıyla, kuram tartışmasının tarihsel ayağında İslamcılık meselesinin ele alınması elzem çünkü sosyalistlerin başarısızlığı ile İslamcıların başarısı arasında bir rabıta var gibi gözüküyor. İslamcılığa bir dış öğe, “büyük resimdeki detay” olarak bakılmasını önerenler, devrimler tarihi ya da matris dizgileriyle bu meseleyi es geçmeye çalışanları en azında ben çok ciddiye alamıyorum.

Kurama ilişkin özeleştirinin yöntemsel boyutu ise tarihsel boyutu kadar önemlidir, hatta belki daha önemlidir çünkü yöntemsel boyuta ilişkin netleştirme sağlanmadığı sürece, sosyalist örgütler içinde biraz önce bahsettiğim ferdi, mesleki, grupsal, nesilsel etmenlerin etkisiyle hareket eden kişi ve klikler tartışma sürecini bilerek ve isteyerek baltalayabilir, baltalamıştır. Bu baltalama süreci onyıllardır devam etmektedir. Polemikler kimsenin “fikrini” değiştirmediği için, artık polemik yapma niyetinde olan kişi ve grup da pek kalmamıştır. Fikri çoraklığın arkasında yatan nedenlerden biri de budur.

Sosyalist örgütlerin iç işleyişleri ve aralarındaki ilişkilere dair gözlemler yapmış, deneyimleri olan hemen herkes bu “sekter grupların” tartışma sürecinde hemen her aşamada en belirleyici fail olduğunu bilir. Bu grupları içersemek için gösterilen çaba neticesinde tartışmanın düşünsel derinliği bu grupların düşünsel sığlığı tarafından belirlenir. En sığ olan en belirleyici olur.

O yüzden bunları vurgulamak ve özeleştirinin yöntemine ilişkin bir çerçeve çizmek gerekir.

Bu tür bir çerçeveyi çizebilmek için müstakbel özeleştiri sürecini ve bu sürece içkin tartışmaların yapısını belirleyecek çerçeve sorular belirlemek faydalı olabilir. Yani bir kolektif özeleştiri süreci başlayacaksa bu sürece dahil olacak kişi ve grupların kendi doktrinlerine (ve o doktrinlerdeki muhtemel değişikliklere) ilişkin o çerçeve sorulara anlamlı cevaplar vermesi beklenmeli. Bu tür bir süreçten kaçınan kişi ve gruplar da kolektif özeleştiri sürecinden dışlanmalı. Bu bağlamda şu üç soru kümesini önerebilirim.

1. Mevcut doktrin biraz önce bahsettiğim tarihsel düzleme ilişkin sorulara anlamlı cevaplar verebiliyor mu? Yani mevcut dönemi bir “istisna” ya da “ara dönem” olarak görmeden, küresel ölçekte ve 1945 öncesine uzanan bir dönemlendirme sunabiliyor mu? Sosyalist hareketin Türkiye ölçeğindeki istisnai başarısızlığını kurama ilişkin eksikliklerle ilişkilendirebiliyor mu? Ve yine Türkiye ölçeğinde İslamcıların performansını üretim ilişkilerinin dönüşümüne dair bir değerlendirmeden hareketle açıklayabiliyor mu?

2. Mevcut doktrinin sunduğu rehberlik “yanlışlanabilir tezler” ve “yanlışlanabilir bir örgütlenme stratejisi” sunuyor mu? Bu tez ve stratejilerin yanlışlanma/doğrulanma kriterleri tanımlanabiliyor mu?

Eğer bu soruların cevapları tatmin edici değilse doktrinde bir geliştirmenin elzem olduğu korkmadan çekinmeden kabul edilmeli. Bu durumda da bu geliştirmenin örgütlenme ve eylemlilik stratejileri açısından sağlayacağı faydaları şu üçüncü soru kümesi ile ele almak faydalı olabilir:

3. Doktrine ilişkin geliştirme önerileri sosyalist gruplar/partiler ve sendikacılar içinde ve arasında sonuç alıcı bir iş bölümüne izin veriyor mu? Bunu iki çerçevede ele almalıyız. Birincisi, doktrindeki geliştirmeyi kabul etmiş grup/parti ve sendikaların bu katkı uyarınca farklı örgütlenme ve eylemlilik kanallarının sorumluluğunu alarak bütünleyici hareket etme imkânları var mı? İkincisi, bu özeleştiri sürecinden süzülen rakip yeni doktrinleri kabul edenler arasında bir tamamlayıcılık ilişkisinin çıkma potansiyeli var mı?

Nasıl Bir Özeleştiri Süreci Yaşanmalı?

Tartışmanın safhaları

Dolayısıyla özeleştiri süreci bahsettiğim (ya da benzer) yöntemsel öğelerle uyumlu bir tartışma sürecini tetiklemeli. Sosyalist gruplar/partiler ve sendikacılar, kendi grup-içi dinamiklerinin yarattığı baskıları bir kenara koyabilmeli ve önce kendi içlerinde “biz bu (ya da benzer) sorulara cevap verebiliyor muyuz” sorusunu ciddiyetle tartışmalılar.

Bu iç tartışma sürecinde grup/parti üyeleri birbirine karşı samimi olmalı. Kuram tartışması, örneğin, parti üyelerinin bazı sendikalarda faal olması gibi etmenler nedeniyle partinin elde ettiği dolaylı kaynak ve imkânlardan vazgeçmemek için tıkanmamalı. Ya da üyelerinin ağırlığı belli bir sektörün belli bir segmentinde olan sendikacılar, tüm dünyayı bu üye profili ve örgütlenme pratiği üzerinden görme eğiliminden kaçınmalı. Fikirlerimiz ve eylemlerimiz farklıdır fakat amacımız ortaktır…

Sonrasında gruplar arasındaki tartışma süreci de benzer bir disiplinle sürdürülmeli. Biraz önce paylaştığım (ya da benzer) sorulara somut cevaplar verilebiliyor mu? Yoksa bazı genelgeçer, tartışılmasına tahammül gösterilmeyen kavramların arkasına mı sığınılıyor? Skolastik bir tartışma mı yapılıyor?

Bu açıdan gruplar arasındaki özeleştiri ve tartışma sürecinin şu (ya da benzer) sorulardan başlayacak (en azından) üç safhası olmalı ve bu safhalar birbirinin içine pek fazla girmemeli:

  1. Bizim Marksist kurama dair bu coğrafya ve bu dönemden hareketle yapabileceğimiz bir katkı var mı? Örneğin İtalyan ve Rus Marksistlerin 20. Yüzyıl başlarında yaptıkları gibi. Bu soruya olumlu bir cevap verir ve özeleştiri sürecine bu tür bir özgüvenle başlarsak, bana kalırsa, en önemli adımı atmış oluruz.
  2. İkincisi, bu katkı bize örgütlenmeye dair nasıl bir çeşitlilik sunar? Örneğin büyük ve küçük işletmelerin örgütlenmesi. Örneğin metropol ve taşra kenti işçi mahalleleri. Örneğin sektörel farklılıklar. Örneğin beyaz-mavi yaka. Örneğin etnik kimlik, göçmenlik, toplumsal cinsiyet, cinsel kimlik konularında…
  3. Üçüncüsü, örgütlenmeye ilişkin faillerin işlevlerini nasıl tanımlıyoruz? Örneğin, sendika-parti ilişkisi nasıl kurulacak? Kooperatifler gibi yeni öğeler gerekiyor mu? Bu ilişkinin yanı sıra partiler arasında zımni bir iş bölümü olacak mı? Yoksa sosyalizm fikrinin tınısının tarihsel olarak daha güçlü olduğu sektörler, işyerleri ve işçi kesimlerini ya da üniversite yerleşkeleri, Alevi mahalleleri ve diğerlerini hegemonize etmeye dönük son derece tahripkar mücadelenin kolaycılığına kendimizi kaptırmaya devam mı edeceğiz? Bu kolaycılığı olumlamak için kuram tartışmasının önünü tıkamaya mı çalışacağız?

Kuramın içeriği

Peki bu özeleştiri ve kuram tartışmasının nesnesi ne olmalı? Yukarıdaki meselelere dair kafa yoranların önemli bir kesimi Türkiye’de olan bitenleri “sermaye fraksiyonu” kavramı ile anlamaya çalışıyor. Bu yaklaşıma göre Türkiye’de “hakim sınıflar” İslamcı ve laikçi olarak ikiye bölünmüştür. İşçi sınıfı burjuvazinin bu iki fraksiyonuyla mücadele etmelidir. “Sermaye fraksiyonu” kavramının ötesinde bir kavramsallaştırma hem anlamsız hem de yanıltıcıdır. Bu yaklaşımdan türeyen okumalar burjuvazinin genel çıkarları açısından bu bölünmenin işlevselliğine vurgu yaptığı için, sosyalistlerin aslında bu bölünmeye kafa yormasına çok da gerek yoktur. Rakip tektir, mücadele de bu tek rakibe karşıdır.

Bu yaklaşımı “asgaricilik” olarak adlandırıyorum. Yani toplumsal sınıflara dair bir yeniden tanımlama çabasından uzak durarak “kuramın saflığını” koruma iddiasını taşıyan bir yaklaşım. Yeni faillerden bahsedenler kuramı “sulandıran” revizyonistlerdir, aslında Marksist de değillerdir, Marx’ın ve sosyalist kuramın diğer önemli düşünür ve eylemcilerin fikirlerini de anlamamaktadırlar.

Bu genel yaklaşımı benimseyenlerin kuramda “asgari revizyonla” bugünü ve kapitalist üretim ilişkilerinin tarihini anlama önceliği meşrudur fakat bu tutum, ister istemez, biraz önce değindiklerim gibi çokça soruyu yanıtsız bırakma handikabını beraberinde getiriyor.

Bu soruları başka zaman açabiliriz fakat yine de genel sorunu kısaca tarif etmekte fayda var.

Türkiye’de en büyük ilk 100 sınai işletme hariç neredeyse tüm büyük-ölçekli işletmeler ya KOBİ konumunda ya da KOBİ’leri tanımlayan kriterleri kısmen aşabiliyorlar.

2021 verisine baktığımızda imalat sanayiinde faaliyet gösteren 10 kişiden az işçi çalıştıran işletmelerin ortalama aktif büyüklüğünün 270 bin dolar olduğunu görüyoruz (2). Bu işletmeler TÜİK verisine göre 2021 yılında imalat sanayiinde faaliyet gösteren işletmelerin yüzde 83’ünü oluşturmaktaydı. Diğer bir deyişle, bu işletmelerin ortalama varlık ve alacak toplamı ile ancak İstanbul’da iki daire satın alabilirsiniz. 250 kişiye kadar istihdam sağlayan imalat sanayi işletme kümesi içinde ise  aynı yıl için varlık ve alacaklarının ortalama 570 bin dolar civarında olduğunu görüyoruz, yani İstanbul’da dört daire... Bu KOBİ’ler imalat sanayiinde faaliyet gösteren işletmelerin yüzde 99’unu oluşturur ve bu işletmelerin imalat istihdamındaki payı da yüzde 56’dır.

Şimdi bir kıyas yapalım. Bir tarafta 2021 İstanbul Sanayi Odası’nın “Türkiye’nin 1000 Büyük Sanayi Kuruluşu” (İSO 1000) veri setine göre varlık ve alacakları ortalama 1,7 milyar dolar olan ilk 100 işletme ve diğer tarafta ortalama varlık ve alacakları 570 bin dolar olan 440 bin firma.

Öte taraftan şunu da vurgulamak gerekir. Bu KOBİ’lerin 2021 toplam aktif hacmi 156 milyar dolarken, büyük-ölçekli 4,271 imalat işletmesinin aktif hacmi toplamda 392 milyar dolar idi. Diğer bir deyişle, ferdi seviyede büyük işletmelerle kıyaslanamayacak kadar küçük, o büyük işletmeler için çalışan, o işletmelerin sahiplerine ait bankalardan kredi alan yüzbinlerce küçük üretici var. Öte taraftan bu küçük üreticiler eğer, örneğin, İslamcılık gibi bir akım etrafında birleşirlerse kontrol ettikleri, meblağca büyük işletmelerinkine yakın kaynağı ve ücretleri aşağı çekme işlevlerinin kendilerine sağladığı dokunulmazlığı kolektif çıkarlarını koruyacak bir siyasi enstrümana çevirebilirler (ve çeviriyorlar da).

Afaki bir örnekle açayım: Örneğin, İSO ikinci 500 listesinin ortalaması kadar yani yıllık 86 milyon dolarlık satış yapan bir işletmenin sahibi olmak sizi (metropol) ilçenizde, (taşra) kentinizde önemli bir kişi yapar. İnsanlar bir düğüne gittiğinizde elinizi sıkmak için kuyruğa girer. Fakat yine de ilçeniz ya da ilinizdeki banka şube müdürleriyle aranızı iyi tutmak istersiniz. Paranın alıcısınızdır, satıcısı değil. Girdilerinizin fiyatları üzerinde bir alıcı tekeli gibi davranamazsınız. Küresel piyasalarda ve o İSO 1000’in ilk 100 işletmesiyle sürekli ilişkiye girebilmenizi sağlayan unsur o büyük firmaların emek kontrolüne ilişkin almak istemediği riskleri sizin alıyor olmanızdır. Bir miktar birikim yaparsınız fakat o birikimin önemli kısmı ekipman yenilemek için alacağınız kredinin faizine gidecektir. Ekipmanı üreten yabancı firma ve yereldeki banka birikiminizin önemli bir kısmına el koyar. Zaten bu nedendir ki bankaların (ekseriyetini KOBİ’lerin çektiği) kredilerden aldığı faiz 2002 yılında GSYH’nin yüzde 2,6’sına tekabül ederken 2019’da ilgili oran yüzde 7,2’ye yükselmiştir (3,4).

Öte taraftan, kısmen burjuvaziyle girdiğiniz bu bağımlılık ilişkisinde kısmen işçilerinizin yaşam alanına nüfuz etme çabalarınızda faydalı bir müttefik olacağı için İslamcılara zımni veya açık destek verirseniz devlet işçilerinizin önemli bir kısmının SGK primini öder, sağlık sigortasıyla emeklilik arasındaki bağı fiilen kaldırarak kayıtdışı istihdam pratiklerinizi destekler, gerekirse çekeceğiniz krediye kefil olur ve, ötesi, sizi toplumun geri kalanına ülkenin “öncü sınıfı” olarak lanse eder. Yani niceliklerle nitelikler arasında sıkı bir ilişki var ve ölçek önemli.

Bu iki kesimi bir arada burjuvazi kavramı içinde ele almalı mıyız? Alırsak hangi gelişmeleri iyi okuyabiliriz ve hangilerini ıskalarız? Bu soru üzerinde düşünmek faydalı olabilir.

Bu soru etrafında gelişecek kuramsal tartışma bazı kavramları ve düşünürleri ön plana çıkarabilir, bazılarının yadsınması sonucunu doğurabilir. Bana kalırsa, bu tür bir tartışma sosyalist hareketin öne çıkmış tarihsel figürlerinin fikirlerine dair bir yadsıma eğilimini güçlendirmeyecektir (fakat bu eğilim güçlenecekse de güçlenir). Tahminim yadsınacak fikirler daha çok küçük burjuva düşünürlerinkiler olacaktır.

Örneğin, kendi sunduğum çerçeve kapsamında “orta sınıf meselesine” ilişkin Poulantzas ve E.O. Wright gibi düşünürlerin fikirlerini yadsıyorum. Sunduğum çerçevenin 20. Yüzyıl başında faal olan sosyalistlerin fikirleriyle yapısal bir kopuş önermiyor (ki önerebilirdi de) çünkü o dönem ele alınmayan ve küçük imalatçılar özelinde müstakil bir sınıf olmayan bir fail grubunun kuramdaki yerini tarif etmeye çalışıyorum. Bu çabadan hareketle hem Türkiye hem de dünya ölçeğinde sosyalistlerin temel önceliğinin benim dolaşımdan kökenlenen sınıflar olarak adlandırdığım, kentli gayri-proleter ve gayri burjuva sınıfların teşhisi ve bu sınıflarla kurulacak ilişkinin mahiyeti olduğunu iddia ediyorum. Türkiye ve benzer ekonomi politik özelliklere sahip ülkelerde, çekirdeğini biraz önce bahsettiğim imalat KOBİ sahiplerinin oluşturduğu ve faburjuvazi olarak adlandırdığım toplumsal sınıfın öncelikle ele alınması gereken fail olduğunu savunuyorum. İslamcıların faburjuvaziyle bir ittifak ilişkisi içinde olduğunu ve mücadelenin ilk adımının bu ittifakı çözmek olduğuna inanıyorum.

Kişisel bir not düşmek gerekirse, bu kavramsal girişime 2000’li yıllar boyunca ilgili çevre ve kişilerin benzer bir katkı yapmalarını bekledikten sonra ve herhalde biraz önce bahsettiğim nedenlerden ötürü “kimsenin elini taşın altına koymaması” nedeniyle karar verdim. Öte taraftan, 2023 seçimleriyle yaşanan moral bozukluğu neticesinde başlayacağını ümit ettiğim tartışma ile birlikte birçok farklı görüşün dillendirileceğini ve bu görüşlerin çarpışması neticesinde kolektif aklın galebe çalmasıyla sosyalistler için yeni bir dönem başlayacağını ümit ediyorum.

Soru 2: Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?

An itibariyle İslamcıların iki önceliği olduğunu vurgulamalıyım. Bunlardan birincisi ücretlerde reel artışın önüne geçmek. İkincisi ise bu ücret baskılama sürecinin faburjuvaziye fayda sağlamasını garanti etmek.

İkinci öncelikten başlayayım: Görebildiğim kadarıyla İslamcılar enflasyonist politikalara devam ederek ücretleri baskılamayı hedefliyorlar. Fakat faburjuvazinin muhtaç olduğu kredi akışını sağlamak için kamu maliyesine de çekidüzen vermeleri gerekiyor. Bu birbirine zıt gereklilikleri yeni vergi düzenlemeleriyle aşmaya çalışıyorlar ki bu düzenlemelerin bedelini kurumlar vergisindeki artışla burjuvaziye ve dahili alınan vergilerdeki artışla proletaryanın sırtına yüklemek istiyorlar.

Kurumlar vergisindeki artış burjuvaziden faburjuvaziye örneğin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın küçük üreticilere sunduğu destekler ve Kredi Garanti Fonu gibi kefalet/aktarım programları ile kaynak transferinin devamını hedefliyor. Öte taraftan, elbette, burjuvaziden aktarılan bu kaynağın bir kısmı kredi faizleri vasıtasıyla kendisine geri dönecektir. Bu birbirini tamamlayan iki akışın neticesinde hangi sınıfa net kaynak aktarıldığını sosyalist iktisatçıların yakından incelemesi önümüzdeki yıllarda cari siyasete ilişkin gelişmeleri doğru okuyabilmemize yardımcı olabilir.

İlk (ve daha temel) önceliğe dönersem, vergi artışları ve enflasyonist politikalar neticesinde ücretlerdeki baskılama sürecine proletaryanın vereceği tepki önem arz etmekte. Asgari ücretteki bu sene gerçekleşen artış, enflasyonist politikaların devam edeceğine dair güçlü bir işaret sunuyor. Dolayısıyla müteakip erime süreci işçi sınıfının geniş kesimlerinde seçim öncesindekine benzer şekilde bir kızgınlık yaratacaktır. Hele ki istihdamdaki genişleme hız keserse…

İslamcılar bu kızgınlığı baskılamak için ön alıcı adımlar atacaktır, atıyor. Bu da, gündelik yaşamdaki baskının yoğunlaşması, işçi hakları mücadelesinin terörize edilmesi ve işçi sınıfı içinde nefret ortamının beslenmesini gerektirmekte. Tek tek ele alalım.

Gündelik yaşama dair baskının arttırılması işçi sınıfının ayağa kalkmasını engellemek için büyük önem arz eden ön alıcı hamleleri içermekte. Örneğin LGBT düşmanlığı sadece İslamcıların (bir psikolojik rahatsızlık olan) homofobiden mustarip olmalarından değil, aynı zamanda sınıf içinde geniş bir koalisyonun önüne geçilmesi ve işçilerin gözünün daha eylemliliğe geçmeden korkutulması amacıyla yapılıyor. Yani “bak LGBT bireyler para pul istemiyor. Aslında kamusal alana ilişkin 90’lardaki kampüse giremediği için eylem yapan başörtülü kadın öğrencilerden farklı bir talepleri de yok. Fakat onları bile şiddetle eziyoruz. Eğer zinhar bir de para pul talebiyle sokağa çıkarsanız, varın sonunu siz düşünün” demeye getiriyorlar. Dolayısıyla LGBT örgütlerinin mücadeleleri sadece alkışlanmamalı, desteklenmeli de. Kadınlara benzer bir baskı var. Kürtlere dair var. Kürt Hareketi’nin bu baskı sürecine bu konjonktürde vereceği tepkinin özellikle belirleyici bir unsur olacağının da altını çizmeliyim.

İşçi hakları için mücadelenin (daha da) terörize edilmesi ise ön alıcı bir ikinci adım olacaktır. Bu kapsamda hâlihazırda 2005-2014 arasında kullanılmamış grev ertelemelerin 2017’de her kritik dönemeçte kullanıldığını fakat uygulamanın 2017 OHAL’i sona ermediğini, örneğin 2019’da İzmir Belediyesi’ndeki grev de dahil olmak üzere 2019-2023 döneminde beş grevin yasaklandığını görebiliyoruz. Bu bağlamda küçük işletmelerde enformel iş durdurma eylemlerinin sıklaşacağını öngörebiliriz. Bu eylemleri hızla işyeri işgallerine, Kazova gibi deneyimlere dönüştürme bir acil hedef olarak önümüzde duruyor.

Son olarak sınıfiçi nefretin yaygınlaştırılmasına dönük adımlar sıklaşacaktır. Burada iki alt öğe var. Birincisi, mavi yakalı proleterler arasında nefret oluşturmak. Türk-Kürt işçiler, Türkiyeli-göçmen işçiler, sendikalı-sendikasız işçiler arasında gerginlik yaratmak sömürücü ve asalak sınıflar için önemli bir önceliktir. Son bir iki yıl içinde türeyen yeni-nesil faşist partilerin temel işlevi bu gerginliği taze tutmaktır. Bu stratejiye verilebilecek bir cevap, işçi sınıfı mücadelesini organik kompozisyonun düşük olduğu sektör ve işletme ölçeklerine taşıyabilecek tamamlayıcı örgütlenme modellerini sosyalist stratejinin yapısal bir bileşeni olarak tanımlamak ve bu modellerin başarıya ulaşması için uzun soluklu bir mücadele gerektiği bilinciyle sabırla çalışmaktır.

İkinci alt öğe ise küçük burjuva söylemin kuyruğuna takılan beyaz yakalı proleterlerin mavi yakalılara dönük geliştirdiği mesafedir. Yani eğer faburjuvazi mavi yakalılar arasındaki gerilimleri üretip köpürtüyorsa, küçük burjuvazi de beyaz yakalılarla mavi yakalılar arasında bir ortak mücadele ruhunun gelişmesini engellemeye çalışmaktadır. Bu yönlendirmenin etkisine giren beyaz yakalı proleterler, aslında burjuvazi ve küçük burjuvazi tasallutuna dönük kızgınlığını mavi yakalılara ve daha da geneli itibariyle imtiyazsız her türden kimlik grubuna yöneltmektedir. Bu sorunun çözümü ise elbette beyaz yakalı proleterlere dönük bir örgütlenme çalışmasından geçmektedir fakat bu örgütlenme çabası eğer bu sınıf kesiminin küçük burjuvalarla yakın toplumsal bağını çözmeden, yani küçük burjuvaziyi teşhir etmeden yapılırsa istenen neticeyi vermeyecektir.

Soru 3: Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?

Kadro ve Kitle Politikası

Bu sorunun “ne yapmalı” kısmını herhalde biraz önce cevapladım. Tek bir öncelik var: Kuram tartışması başlamalı. Amasız ve lakinsiz… Bu tartışmanın usulüne ve amaçlarına dair fikirlerimi de paylaştım.

Kadro politikasına ilişkin temel öncelik sosyalist hareket içindeki küçük burjuva kişilerin, kliklerin ve düşünsel unsurların teşhir edilmesi ve, gerekirse, tasfiyesi. Bu, çok çok önemlidir. Sosyalist gruplar ve hareketler, katılmak isteyen herkesin medeni şekilde hasbihâl ettiği fikir kulüpleri değildir, olmamalıdır. Bir küçük burjuva elbette bir sosyalist harekete destek verebilir ve hatta katılabilir. Fakat bir küçük burjuva olduğunun farkındalığı, sınıf konumunun bilincini birçok açıdan şekillendirdiğinin kabulü ile…

Kurama ve küçük burjuva unsurlara dair netleşme sağlandıktan sonra sosyalist hareketin kitlelere ulaşma kapasitesine ilişkin kendine güveni gelecektir. Kendine güven, harekete farklı sınıflarla ittifak yapabilme kabiliyetini kazandıracaktır. Bugün kuramsal açıdan kendine güveni olmadığı için sosyalist hareket aslında ittifak ilişkisi içine girebileceği (ya da girmesi gereken) sınıfları “işçi sınıfı” kapsamında ele almaya çalışmaktadır.

Biraz önce sosyalist hareket içinde küçük burjuva unsurlara ilişkin farkındalığa vurgu yaptım. Bu fikir, sosyalistlerin şu konjonktürde küçük burjuvaziyle ittifak yapmasının önünde bir engel değildir. Tam aksine küçük burjuvaların yaşadığı şok ve kırılganlık hâli sosyalistler için bir fırsattır. Bu sınıfla koşullarını sosyalistlerin belirlediği bir ittifak işçi sınıfının öz örgütlenme pratikleri açısından çeşitli kazanımlar sağlayabilir.

Yani küçük burjuvaziyle bir ittifaka girebilmesini sağlayacak kuramsal özgüvene henüz sahip olmayan sosyalistler sınıf kimliklerine dair bir farkındalık beklemeden küçük burjuvaları kendi içine dahil etmeye çalışıyorlar. Bir sınıflararası ittifak vasıtasıyla olumlu sonuçlar üretebilecek bu ilişki, mevcut durumda küçük burjuvaların kendi gündemlerini sosyalist grup ve partilere dayatmaları neticesinde hareketi içeriden çürütüyor.

Öncelikle, korkmadan, muhatap olduğumuz ve hatta içimizdeki sınıf faillerini tanımlayalım. Sonrasında o sınıf failleriyle ittifaka gireriz girmeyiz, o ayrı mesele. Tabii şunun da altını çizmem gerekiyor: Sosyalist hareketin önümüzdeki yıllarda güç kazanmasıyla bu tür ittifaklara ihtiyaç gittikçe azalacaktır ve azalmalıdır. Azalmıyorsa, kuram hatalıdır.

“Sol birlik”, “ittifak” kavramlarını ise genel olarak örgüt stratejisi kavramından hareketle ele alabiliriz.

Bu konuya ilişkin fikrim bir hayli net: Şu aşamada birlik olmamalı! Bir ittifak çabası içine kesinlikle girilmemelidir. Yapılması gereken, bu uzun söyleşide vurguladığım üzere farklı örgüt ve partilerin önce içinde ve sonra arasında bir kuram tartışmasının başlamasıdır. Kuram derinlikle tartışılmadan bir birliktelik sağlama çabalarının başarısızlığa uğradığını biliyoruz. Örneğin ÖDP deneyimi önümüzde duruyor. Benzer şekilde, yine kurama dair gerekli derinlikte bir tartışma yürütülmeden kurulan seçim ittifaklarının 2023 Seçimleri öncesi ve sonrasında yarattığı sıkıntıları hâlen deneyimliyoruz.

Özetle, şu aşamada bir “sol birlik” kurmaya çalışmaktansa öncelikle fikirleri çarpıştırmak için emek sarf etmeli çünkü bu sayede

  1. Farklı tezlerin uygulama alanları netleşir
  2. Aynı tezin farklı sektör, yer, gruplar açısından sonuçları görülebilir
  3. Bir rekabetçi işbölümü oluşabilir ve bu işbölümünden hareketle ortak iş yapma pratiklerine alışılabilir.

İşte bu ortak iş yapma pratiklerinin olgunlaşması ve olgularla sınanan tezlerin bir kısmının bir kenara bırakılmasıyla birlikte bir ittifak, güç birliği ve hatta bir parti kurma aşamasına gelebiliriz. İttifakın hangi fikirler üzerinde inşa edileceği o aşamada berraklaşacağı için ittifakın bileşenleri benzer mecralarda rekabet etmekten ziyade birbirlerini tamamlayıcı roller üstlenecektir. Bu aşamada artık iktidarı hedefleyen bir planı tatbik edecek bir parti fikri de olgunlaşabilir. Bu minvalde 1970’lerdeki hatalardan ders çıkarmak faydalı olabilir.

Nasıl Yapmalı; Hangi Söylem, Araç ve Yöntemlerle Yapmalı?

Tüm bu adımlar elbette kuramın işaret ettiği somut söylem, araç ve yöntemler sayesinde atılabilir. Fakat bu söylem, araç ve yöntemlere dair detaylı bir cevabı bu söyleşide vermek istemiyorum çünkü “nasıl yapmalı” sorusunun cevabı “ne yapılabileceği” sorusundan ayrı ele alınamaz.

“Ne yapılabileceği” sorusunun cevabını ise fertler ve özellikle küçük burjuva fertler veremez, vermemelidir. Bu cevap sosyalistler arasındaki gerçekleşecek polemik içinden çıkmalıdır çünkü polemik kolektif aklın işleyiş pratiğidir, polemiğin neticesi de kolektif aklın ürünü olacaktır.

Tüm bu vurguya rağmen, şunu da eklemeliyim. Eğer biraz önce bahsettiğim dolaşımdan kökenlenen sınıfların siyaset ve üretim süreçleri üzerindeki belirleyiciliği kısmen de olsa olgularla örtüşüyorsa işçi sınıfı mahallelerinde ve bu mahallelerin etrafındaki OSB’lerde faaliyet gösteren küçük ve orta ölçekli sınai işletmelerin göz ardı edilmemesi gerekir. Bu işletmelerde sendikalaşma bilinen nedenlerden ötürü son derece güçtür fakat bahsettiğim kuramsal tartışma meyvesini verdiğinde sendikaların bu işletmelerde örgütlenme için hem şevkleri artabilir hem de (en azından benim aklıma gelmeyen) son derece yaratıcı çözümler ortaya çıkarabilirler. Sendikaların bu minvaldeki çabalarını destekleyecek şekilde başta işçi kooperatifleri olmak üzere alternatif öz yönetim modellerinin de ciddiye alınması gerektiğine inanıyorum (ve hatta bu modellerin büyük bir önem arz ettiğini düşünüyorum). Bu tür modeller örgütlenme çabaları açısından işçi sınıfı mahallesi-iş yeri ikiliğinin aşılmasına önemli bir katkı sunabilir.

Öte taraftan, şu iki hatırlatmayı tekrar ederek sözlerimi sonlandırayım. Birincisi, bu söyleşide paylaştıklarımı bir örgütlenme taktiğine indirgemek doğru olmayacaktır. Kuram tartışılmalıdır. Bu tartışma o taktiklerin üretilmesini sağlar. Kuramınız ne kadar kapsayıcı, yanlışlanabilir, açıklayıcı ise örgütlenme stratejiniz de o denli engin olur. Eğer kuramınız kapsayıcı, yanlışlanabilir ve açıklayıcı değilse tartışmanın nesnesi (sanki birbirlerini dışlayan öğelermiş gibi) “fabrika mı atölye mi, sendika mı kooperatif mi” gibi sığ sorulara indirgenir. İkinci hatırlatma ise, bu sorunuzun cevabını fertler değil örgütler verecektir, vermelidir.

Dipnotlar

  1. https://datahelpdesk.worldbank.org/knowledgebase/articles/906519-world-bank-country-and-lending-groups#:~:text=For%20the%20current%202024%20fiscal,those%20with%20a%20GNI%20per
  2. https://www3.tcmb.gov.tr/sektor/#/tr/C/imalat
  3. https://www.tbb.org.tr/tr/bankacilik/banka-ve-sektor-bilgileri/istatistiki-raporlar/59
  4. https://www.tbb.org.tr/Content/Upload/istatistikiraporlar/ekler/3853/64.yil-1.Istatistikler.xls

 

Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.

İlgili Yazılar

Post

Almanya Seçimlerine Yeşil ve Soldan Bir Bakış

Post

Umudumuz Örgütlü Mücadelemizde

Post

Batı’nın Göçmen İkiyüzlülüğü

Post

Ödememek ve Ödeyememek

Post

Al Gözüm Seyreyle

Post

Cevap C Şıkkı

Post

COVID-19 Günlerinde Anti-Kapitalist Siyaset

Post

Salgın Durumu Üzerine

Post

İş, Aş, Barış

Post

‘Zeytinlilerin’ Kazanacağı Günler Yakın

Post

Gotham’ın Delileri Ne Kadar Kahraman?

Post

Yolsuzluk Saray Düzeninin Çimentosudur

Post

Düzenin Ekonomiye Çözümü Yok

Post

Mesele Bakanlık Değil Kürt Halkının Temsil Hakkı

Post

Ege’nin İki Yakasının Tek Çözümü: Göndereceğiz

Post

Ekonomik Kriz Yayılırken Savaşlar da Yayılacaktır

Post

Seçime Bir Adım Kala Sosyal Konut Projesi

Post

Emek ve Özgürlük İttifakı yola çıkıyor!

Post

Emek ve Özgürlük İttifakı program çerçevesi açıklandı

Post

Emek ve Özgürlük İttifakı yol haritasını binlerin katıldığı halk buluşmasında açıkladı

Post

İtalya’da Seçimler Neyi İşaret Ediyor?

Post

Başörtüsü, Özgürlükler ve Devrimci Siyaset

Post

Savaşsız Bir Dünya İçin Emekçilerin İktidarı Gerek

Post

Madenlerde Tek Çare Kamulaştırma

Post

Sansür Yasasını Yenebiliriz

Post

Yeni Gezi Direnişleri için Mücadele Arkadaşlarımızı Savunacağız

Post

İşçi Emekçi Mitingiyle İşçi Hareketinde Bir Adım Daha

Post

Seçim Ekonomisi Pansumansa İşçi Emekçi Hükümeti Tek Çözüm Olabilir

Post

Rejim Özgürlüklerimizi Söküp Alacak Güçte mi?

Post

İnşaat-Sen Sendikaların Yüz Akı, Yaşasın İşçilerin Kayı İnşaat Zaferi

Post

EHP Gençliği 6 Kasım'da Gençlik Konferansı'na çağırıyor

Post

EHP Gençliği Konferans'ta Buluştu: Gelecek Sosyalizm Olacak!

Post

“Helalleşme” Kavramının Düşündürttükleri

Post

EHP'den Adaylık Değerlendirmesi: Aday Çıkması Doğal

Post

Emek ve Özgürlük İttifakı “Birlikte Değiştirelim” demek için İstanbul’da buluşuyor!

Post

EHP'den Erdoğan'a: Seni Göndereceğiz!

Post

On binler Kartal'da buluştu: Emek ve Özgürlük İttifakı seçim startını verdi

Post

Trendyol Çalışanları Direniyor

Post

Şahsım Devlet Olursa - I

Post

Şahsım Devlet Olursa - II

Post

Şahsım Devlet Olursa - III

Post

Şahsım Devlet Olursa - IV

Post

Şahsım Devlet Olursa - V

Post

Emek ve Özgürlük İttifakı: Tarihsel sorumluluğumuzu yerine getiriyoruz, cumhurbaşkanı adayı çıkarmıyoruz

Post

EHP Deprem Politikaları Raporu: Yıkılmayan Kentleri İnşa Edeceğiz

Post

Yeşil Sol Parti Adayı Öztürk’ten Soylu’ya: HDP’yi Kapatmak İçin Hiç Heyecanlanma

Post

Yeşil Sol Parti İstanbul Milletvekili Adayı ve EHP Genel Başkanı Hakan Öztürk, Diyarbakır’daydı

Post

Emekçi Hareket Partisi (EHP) Genel Başkanı ve Yeşil Sol Parti İstanbul 1. Bölge Milletvekili Adayı Hakan Öztürk, bugün Siirt’teydi.

Post

Emekçi Hareket Partisi (EHP) Genel Başkanı ve Yeşil Sol Parti İstanbul 1. Bölge Milletvekili Adayı Hakan Öztürk, Şırnak’ta yapılan iki Yeşil Sol Parti seçim bürosu açılışına katıldı.

Post

Yeşil Sol Parti Adayı Hakan Öztürk, altı maddede hedeflerini anlattı: Bu iktidardan bir beklentimiz yok

Post

Yeşil Sol Parti Adayı Hakan Öztürk öldürülen kadınların aileleriyle buluştu: Kadınların çığlığı o mecliste duyulmalı

Post

Yeşil Sol Parti Adayı Öztürk: O parlamento güçlü olacaksa önce Kürt milletvekilleri konuştuğunda “Kardeş Kürt halkının diliyle konuşuldu” diye kayda geçmelidir

Post

Yeşil Sol Parti Adayı Öztürk: Karanlık rejimi göndermek, Türkiye halklarına muazzam bir özgüven verir

Post

Yeşil Sol Parti İstanbul Adayı Öztürk’ten Diyarbakırda'ki ev baskınlarına tepki: Halk politikalarınızı beğenmezse sizi gönderir, buna alışın

Post

Neo-Feodal Toplumda Hayatta Kalma Rehberi - I

Post

Yeşil Sol Parti Adayı Öztürk: İşçilerin Ürettiği Değer Sermayeden Bağımsız Olmalı

Post

Yeşil Sol Parti Adayı Öztürk: Hem 1 Mayıs’tan hem de seçimlerden başarıyla çıkmalıyız

Post

Yeşil Sol Parti Adayı Hakan Öztürk: 1 Mayıs'ta meydanlarda işçi sınıfının gür sesini yükseltmeliyiz

Post

Yeşil Sol Parti Adayı Hakan Öztürk: Büyük halk toplantılarıyla, halkın sözünü direkt parlamentoya taşıyabiliriz

Post

Yeşil Sol Parti Adayı Hakan Öztürk: İşçi sınıfının bir günlük çalışma süresi 6 saat olmalı

Post

Yeşil Sol Parti Adayı Hakan Öztürk’ten Erdoğan’a: Ağlasan da sızlasan da bu halk seni gönderecek

Post

Kuram Tartışması Önceliklidir

Post

Yasakları Yasakla