Fındıklar Altında Kardeşlik Bölüm 3: Kayıp Dileğin Sonu
Sabahın ilk ışıkları Ordu’nun ufkunu aydınlatmaya başladığında, fındık ağaçlarının altında işçi aileler sabah soğuğuyla bekliyorlardı. Fahrettin ve Müzbah’ın ailesi birlikte bir fındık ağacı altında günün nasıl geçeceğine dair endişeyle doluydular. Yerli işçi ailesinden Kazım ise, eşi ve çocukları ile birlikte karşı ağacın altında bekliyordu. Aileler hayatlarının büyük bir kısmını bu zorlu mevsimlik işlerde geçirmiş olsalar da, bu seferki belirsizlik ve gerilim içlerini kemiriyordu.
Bir süre sonra işveren Sadri geldi. Fındık ağaçlarının altındaki hala işbaşı yapmayan kalabalığı görünce, sinirli bir şekilde kollarını iki yana açtı. “Çay kahve de istermisiniz? Davetiye mi bekliyorsunuz? Neden çalışmıyorsunuz? Bu fındıklar kendi kendine mi toplanacak? Çalışmaya başlayın!” diye haykırdı. Fahrettin Sadri’nin bağırmasına umursamazca cevap verdi: “Ücretimizi öğrenmeden çalışmayız, Kemal size demedi mi?!”
Devbaş Kemal, işverenin yanına geçti. İşçilere işaret ederek susmalarını ima etmeye çalıştı. Planı, Sadri’yi sakin tutup işçilerin suyuna gitmek ve aradan kendi torpilli ücretini alabilmekti. Onun bu tavrı, Cafer’i daha çok sinirlendirdi. “Önce ücretimizi söyleyin bir konuşalım. Evimizi bırakıp geldik buralara” diye bağırdı Cafer, sinirle.
Sadri, bu tehditkar sözlere aldırmadan, “Eğer çalışmayacaksanız, parayı asla vermem” dedi. Kemal, işverenin arkasında durarak, “Hepiniz bu işe muhtaçsınız. Ekmek aslanın ağzında. Zahmetsiz rahmet olur mu?” diye ekledi.
Kazım, ailesinin yanından kalkıp Kemal’e yaklaştı. Kemal’in sözlerine kaşlarını çatarak yanıt verdi. “Çalışmak para kazanmak hepimiz isteriz. Bunun için buralara geldik. Ama sözler net olması lazım, Kürt uşaklar haklı. Ücreti söyleyin işe başlayalım” dedi. Kazım’ın eşi Fadime, kocasına susması için el işareti yaptı. Onun çok konuşmasını göze batmasını istemiyordu.
Kazım, bölgedeki diğer işçilere göre daha tecrübeli biriydi. Fadime ise eşi ve çocuklarıyla birlikte zorlu koşullarda ailelerini geçindirmek için mücadele ediyordu. Kızları Meryem lise sonda, Zilan ile yaşıttı; hayatın zorluklarını bir arada göğüslemeyi öğreniyordu. Oğulları Cevat ise İstanbul Üniversitesi’nde Edebiyat son sınıf öğrencisiydi. Cevat, Sadri ve düzenbaz Kemal’in yaptığı haksızlığın kokusunu en başından beri almıştı.
Sadri, üç ailenin erkeklerini yanına topladı. “Şimdi dinleyin beni iyi dinleyin, bir kere konuşacağım. Sizlere adam başı 700 TL vereceğim” dedi. Cafer’in kafasına kurşun gibi işleyen bu söz onu daha da sinirlendirdi. “Patozda, samanda bile bunun iki katı veriliyor. Bize en az 1000 TL vermeden çalışmayız!” diye bağırdı Cafer. Fahrettin, Müzbah ile birlikte Cafer’i sakinleştirmeye çalışırken bir an Kazım ile göz göze geldi. Kazım hiç itiraz etmiyor, sakince ayakta duruyordu. Bu durum Fahrettin’in içinde bir şüphe uyandırdı.
Sadri, “Beğenmeyen varsa evine gitsin, adam başı 700!” dedi ve sigarasını yakarak uzaklaşmaya başladı. Bu sözler üzerine ortalık iyice gerildi. Çocukların gözleri parlamış, konuşmalardan bir şeylerin ters gittiğini anlamışlardı.
Sadri bağırarak, “Kemal, gel lan buraya” dedi. Sadrinin sesiyle yerinden fırlayan Kemal, hemen yanına gitti. “Ne yapıyorsun Sadri bey? Onları nasıl ikna edeceğim şimdi?” diye sordu.
Sadri bıyıkları ile oynayarak, “Kazım ve ailesine adam başı 900 TL, Müzbah ve Fahrettin’in ailelerine ise adam başı 800 TL vereceğimi söyle. Şimdi kabul ederler. Bu saatten sonra nereye işe gidecekler? Bize mecburlar. Ama aileler arasında ki bu ücret farkını diğerlerine söylemeyeceksin” dedi.
Kemal kurnazca gülerek, “Korkulur senden. Sen hiç merak etme. Biz bu işe geçen Cumartesi başlamadık. Hallederiz” dedi. Hızla üç ailenin yanına dönen Kemal sanki tartışmalar sırasında Sadri’nin yanında hiç durmamış gibi söze başladı: “Arkadaşlar, başka iş yok, biliyorsunuz. Sadri agresif sinirli biridir. Ama sizinle alakalı değil. Bundan önceki işçilerle çok sorun yaşadı. Ben yine de rica minnetle onu ikna ettim, adam başı herkese 800 TL. Ama bu son teklif” dedi.
Müzbah, Fahrettin’e dönerek, “Başka çaremiz yok, bu ücretle başlamalıyız,” dedi. Fahrettin ağacın altında kucağında Agit’le oturan eşi Hevi’ye bakarak çaresizliğini bir kez daha gördü. Kazım ise Fadime’nin yanına giderek birbirleriyle sesi fısıldayarak karar vermeye çalıştılar. Kazım, eşi Fadime’ye dönerek “Merak etme hanım, bunlar 800 alıyorsa biz kesin 1000 alırız” dedi.
Fahrettin ve Müzbah Kemal’in elini sıkarak onay verdi. Kemal, Kazımın elini sıkarken kafa tokuşturduğu sırada kulağına fısıldadı: “900” dedi. Kazım bu rakamın ailesinin ücreti olduğunu anladı ama bu beklediğinden düşüktü. Kemal’in elini sertçe sıkarak gözlerindeki acıya baktı yüksek bir sesle: “Hayırlı olsun Kemal…” dedi. Üç aile de içlerinde huzursuzlukla işi kabul etti.
Gölge Düşen Birlik
Akşam ezanı okunurken, ailelerin yorgun bedenleri, ağırlığıyla eve doğru çekildi. Fahrettin ve Müzbah’ın ailesi harabe evlere yerleşirken, Kazım ve ailesi Fadime’nin amcasının oğlu Dursun’un evine doğru yol aldı.
Dursun, evinde akşam yemeğini hazırlamış, misafirlerini bekliyordu. Ancak Kazım’ın içi rahat değildi. Fadime, ailesiyle akrabalarına gitmekten memnun görünse de, Kazım daha ilk günlerden misafirlikten sıkılmaya başlamıştı. Akşam yemeğinden sonra gelen çaylar, ailenin yorgunluğunu hafifletirken, bu huzurlu ortamı bozan Dursun’un rahatsız edici sorusu oldu.
Dursun, çayı höpürdeterek yudum aldıktan sonra söze girdi: “Bu Kürt işçileri nereden gelip nereye giderler?”
Kazım, gözlerini kaçırarak cevap verdi: “Ne bileyim sormadım. Sohbet bile edemedik, çalışmaktan başımızı kaldıramadık.”
Bu sırada Cevat, babasına dönerek: “Babam, ayıp oldu insanlara. Ekmek parası için başka şehirden gelmişler, bir hoş geldiniz bile diyemedik. Kemal sağ olsun, hepimizi ayırarak verdi işi.”
Dursun, Cevat’ın sözlerini küçümseyerek: “Aman oğlum, Kemal doğru olanı yapmış. Onlarla aynı sofraya oturmayın. Nereye gitse bela getirir onlar…”
Meryem, kaşlarını çatıp araya girdi: “Niye? Onlar insan değil mi? Aynı anda mola versek, birlikte aynı sofradan yemek yesek ne olacak?”
Fadime, kızını hafifçe dürterek: “Sen bilmediğin konulara karışma kızım, Dursun dayın doğru söylüyor. Fazla samimiyet iyi değildir. Tanımıyoruz o insanları.”
Dursun, bu sözlerin ardından geriye yaslanıp göğsünü kabarttı: “Ben Sadri’nin yanında hiç çalışmadım ama onunla çok iş yaptım. Dürüst, namuslu, vatansever adamdır. İşçi babasıdır. Ama şu Kürt işçilerden çektiği nedir bilirim. Elli kere söyledim ona, ‘getirme şunları’ diye. Getirdikleri her yerde bela çıkar.”
Kazım, Dursun’un küçümseyici sözlerinden rahatsız olmuştu. Ancak belli etmeden sakin bir tonda cevap verdi: “Cevat doğru söylüyor. Kendi ekmek kavgamızı düşünelim derken insanlara ayıp ettik. Yarın yemek molasına birlikte çıkalım. Bahçeye yakın yol üstünde bir seyyar tatlıcı vardı. Tatlı da alırız, gönüllerini alırız.” dedi.
Bu samimi girişimden rahatsız olan Dursun: “Kazım, bak sana söylüyorum, sonra pişman olursun. Yarın ben de bahçeye geleceğim, Sadri’yle bir arazi meselesini konuşacağım. Ama dikkat edin. Fazla samimiyet iyi değildir.” Sigarasını söndüren Dursun son sözlerini mırıldanarak odasına geçti.
Öte yandan, Müzbah’ın ailesi kendi yorgunluklarıyla boğuşuyordu. Gün boyu en çok yorulan, fakat en hareketli olan yine Cafer’di. Zeynep bulaşıkları yıkarken, Rojbin çayı demlemeye koyulmuştu. Müzbah ise, topal ayağındaki ağrıları hafifletmeye çalışıyordu. Cafer, babasının ayağını ovarak biraz rahatlatmak istiyordu. İş sırasında defalarca yere düşmüş, ancak Kemal ve Sadri’ye belli etmemek için acısını içine gömmüştü. Berfin ise karnındaki ağrıları hafifletmek için elektrikli ısıtıcıda ısıttığı taşı bir beze sarıp karnına bastırıyordu. Karın ağrıları bir türlü geçmiyordu.
Berfin, kısık bir sesle: “Mûzbah, em îro gazî Hevî wan bikin? Duh ji bo xwarinê me dawet kirin. Dibe ku çaya wan tunne be” (Müzbah, Hevi’leri çaya çağıralım mı? Dün bizi yemeğe davet etmişlerdi. Belki onların çayı da yoktur.)
Müzbah, yarı bir şekilde uzanmış halde eşine döndü: “Rast dibejî , em iro bangî wan bikin bila şerm nebe” (Doğru dersin, bugün de biz onları çağıralım ayıp olmasın) dedi. Doğrulup yüksek sesle kızına seslenerek: “Rojbîn keçamin, çay çend deqe da amade be?” (Rojbin kızım, çay ne zaman hazır olur?) diye sordu.
Babasının sesiyle yerinden fırlayan Rojbin: “15 deqe şunda amade'ye bavo” (15 dakikaya hazır olur, baba) dedi.
Müzbah: “Tamam, sen git Hevi’leri çağır. Çay da o zamana demlenmiş olur.”
Rojbin, Hevi’nin kapısını çalmak için dışarı çıktı. Çalınan tahta kapıyı Zilan açtı. Yorgun bir yüz ifadesiyle gülümseyen Rojbin: “Merhaba, annemler sizi çaya bekliyor” dedi.
Zilan teşekkür edip kapıyı kapattıktan sonra annesine seslendi: “Anne, Berfin ablanın kızı bizi çaya çağırıyor.”
Hevi, sofrayı toplamaya çalışırken duraksadı: “Allah’ın işine bak, bizde de çay yoktu zaten.”
Fahrettin, uzanmışken iç çekti: “Yorgunum, bırak uzanayım.”
Hevi, eşine sert bir bakış attı: “Kalk Fahrettin, çay yok diye söylenirsin şimdi. Çağırıyorlar işte kalk da gidelim.”
Fahrettin isteksizce doğrulurken: “Tamam be tamam! Ama çocukların hepsi gitmesin, ayıp olur cümbür cemaat.” dedi. Bu sırada Agit ve Hüseyin, o günün belki de tek heyecan verici olayını yaşıyorlardı. Bahçenin köşesinde beyaz bir tavşan bulmuşlardı. Hüseyin, tavşanı elleriyle nazikçe tutarken, Agit heyecanla onun peşinden koşuyordu. Fakat bunu babaları ve annelerine nasıl açıklayacaklarını ikisi de bilmiyordu.
Fahrettin, Hevi ve Zilan ise Müzbah’ın evine vardıklarında kapıyı Cafer açtı. Cafer, Fahrettin’e saygıyla elini öpmek için eğildi, ancak Fahrettin ona engel oldu. İçeri girdiklerinde, odadaki elektrikli ısıtıcı Berfin’in önünde yanıyordu. Berfin, Hevi’nin içeri girmesiyle kolundan tuttu: “Xuşkê wîn bixer hatin. Werin xwe ne cemidînin.” (Bacım hoşgeldiniz, gel üşütmeyesin) dedi ve Hevi’yi ısıtıcının önüne oturttu.
Sıcak karşılamaya içten bir şekilde cevap veren Hevi: “Nav xerê da bimînin” (Hoş bulduk, abla) dedi.
Oturduklarında çaylar dağıtıldı, dışarıda serin bir rüzgar vardı. Cafer, günün verdiği gerginliği hala üzerinden atamamıştı. Kemal ve Sadri’nin onları nasıl kandırdığını anlatırken: “Gördünüz mü, bugün bize ne yaptılar? Kemal’le Sadri birlik oldular, çuvalı başımıza geçirdiler. Bir olsaydık, en az 1000 lira alırdık” dedi sinirle.
Müzbah: “Sus oğlum, misafirimiz var. Konuşma böyle.” diye söylenerek Cafer’i sakinleştirmeye çalıştı.
Fahrettin ise Cafer’e hak verdi: “Çocuk haklı, bizi böldüler, hepimizi oldu bittiye getirdiler. Ama bu saatten sonra işten olma derdine düşmeyiz, sezonu kazasız belasız bitirmeye çalışalım” dedi.
Cafer, biraz sakinleşerek babası ve Fahrettin’in boş çay bardaklarını topladı. Çaylar bitip son demler de içildikten sonra, Fahrettin, Hevi ve Zilan kalkmak için hazırlanmaya başladı. Hevi, Berfin’e dönerek teşekkür etti. “Destê te sax be. Çay gellek xweş bû. Xwedê ji we razî be” (Eline sağlık, çayın çok iyi geldi. Allah razı olsun abla) dedi.
Berfin, Hevi’nin elini bir eliyle tutarken diğer eliyle karnına dokunarak, “Duh em mevan bun îro wîn Lê di zikê te da jî mevanek heye ?” (Dün biz misafir, bugün siz. Ama karnında bir misafir var gibi?) dedi. Bu sözler, Hevi’nin üzerinde bir an için donup kalmasına sebep oldu. Zeynep, Hevi’nin omzuna nazikçe dokunarak, “Annem eski ebedir, anlar böyle durumları. Hadi gözünüz aydın,” dedi.
Hevi, duyduklarına karşı şok içinde kapı eşiğinden geçti. Dışarıya adım attıklarında, soğuk hava onları tekrar karşıladı. İçinde bir sıcaklık, bir mutluluk dalgası yayıldı ama aynı zamanda belirsiz bir kaygı da taşıyordu.
Fahrettin, Hevi’ye kısa bir bakış attı. “Neyin var Hevi? Rengin gitmiş, bir şey mi oldu?” diye sordu. Hevi eşinin koluna girerek, “Bir şey yok, rüzgar çarptı herhalde. Hadi eve gidelim” dedi.
Sessiz adımlarla evlerine dönerken, Agit ve Dılda’nın seslerini duydular. Fahrettin önden gidip içeri girdiğinde, Agit’in kucağında beyaz bir tavşan gördü. Merakla “Oğlum, o nedir? Tavşan mı? Uğursuzluk getirir, at dışarı!” dedi.
Dılda o sırada sinirli bir şekilde yanıt verdi, “Ben de dedim baba, dinlemiyorlar, sabahtan beri oynattılar beni!”
Agit, tavşanın güzelliğini vurgulayarak “Bembeyaz baba, melek gibi. Nesi uğursuzluk getirir bunun?” dedi. Çocuklarının ısrarı karşısında yüreği yumuşayan baba, elini tavşana doğru uzattı. Tavşan, Fahrettin'in el hareketinden ürkerek geri çekildi.
“Sen ne narin bir şeymişsin öyle” diye mırıldandı Fahrettin.
Hüseyin, babasına yaklaşarak “İsmi de Narin olsun, dokunsan ağlayacak gibi,” dedi.
Bu söz üzerine çocuklar hep bir ağızdan “Narin, narin, narin!” diye bağırmaya başladı. Hevi, çocuklarının bu neşeli söylemlerine karşı bir gülümseme ile destek verdi. Fahrettin, “Tamam, kalsın. Ama Narin, sizin sorumluluğunuz. Ona dikkat edin,” dedi, şaka yollu ama ciddiyetini koruyarak.
Evdeki kalabalık ve neşe, yorgun günün ardından gelen bir rahatlama gibi hissettirdi. Herkes Narin’in etrafında toplandı. Fahrettin’in aklı gün içinde yaşanan zorluklara gitmiş olsa da, çocuklarının mutluluğu ona umut veriyordu. Hevi, kendi içindeki belirsizliği bir kenara bırakıp anın tadını çıkarmaya çalıştı. O sırada birden aklına düştü “Belki de bu tavşan, umut dolu bir geleceğin habercisidir” diye düşündü.
Sabahın ilk ışıkları Ordu’nun bahçelerine vururken, havada hafif bir serinlik vardı. İşçiler ezan sesiyle birlikte fındık ağaçlarının arasına dağılmış, günü kurtarmanın telaşıyla çalışmaya başlamışlardı. Fakat sabahın aydınlığı, geceden kalan yorgunluklarını almıyordu. Aileler, birbirlerine selam vermeye bile vakit bulamadan işe koyulmuşlardı. İşin ortasında, Kazım, Fahrettin’e doğru yaklaştı.
“İşten güçten hoş geldiniz bile diyemedik. Müsadeniz olursa, bugün öğle yemeğini birlikte yiyelim” dedi Kazım, mahcup bir ses tonuyla. Fahrettin gülümseyerek başını salladı, “Tabii ki, olur. Beraber otururuz” diye karşılık verdi.
Öğle vakti geldiğinde aileler yanlarında getirdikleri erzakları çıkarıp sofralarını kurmaya başladılar. Kazım, çıkardığı tatlılardan Fahrettin ve Müzbah’ın ailesine ikram etti.
Tam o sırada, işçileri denetlemek için Sadri ve Dursun bahçeye doğru geldiler. Sadri, elinde tesbih, yanında Dursun’la birlikte ağır adımlarla yaklaştı: “Afiyet olsun, arkadaşlar” dedi, gösterişle gülümseyerek.
Dursun, Kazım’a döndü. “Afiyet olsun, Kazım,” diye seslendi.
Kazım hafifçe başını sallayarak, “Eyvallah…” deyip karşılık verdi.
Dursun diğer işçilere pek aldırış etmeden, gözleriyle bahçeyi taradı. O sırada Agit ve Hüseyin, tavşan Narin’le oynuyorlardı. Agit, tavşanı sıkmadan bir iple bağlamıştı ama Narin bir anda fırlayıp kaçtı. Agit ise tavşanın peşine düşerek onu yakalamaya çalıştı. Kadınlar yemek telaşından o kadar meşguldü ki Agit’in gittiğini fark edemediler. Bir tek namaz kılmak için kenara çekilen Berfin, Agit’in koştuğunu görmüş, uzak mesafeden peşine düşmüştü.
Bir süre sonra Agit, derin nefesler içinde koşarken karşısına Dursun ruh gibi çıktı. Narin, Dursun’un kucağındaydı ve tavşan korkudan titriyordu.
“Tavşanın yolunu kaybetmiş,” dedi Dursun, sinsi bir gülümsemeyle. “Sanırım sen de öyle…”
Agit, korkuyla titreyen sesiyle, “Onu bana ver” diyebildi. Dursun, çocuğun elinden sertçe tuttu. “Gelin bakalım” dedi ve onu sürüklemeye başladı.
Uzakta olan Berfin, bu anı görmüştü ama bağıracak gücü bile yoktu. Karnındaki sancı dayanılmaz hale gelmişti, apandisiti patlamak üzereydi. Yıllardır kendisinin doktorlara anlatamadığı rahatsızlığı apandisitti. Tüm kuvvetini toplayıp, gerisin geri bahçeye koşmaya çalıştı.
Bahçede ise, dakikalar sonra Hevi, Agit’in yokluğunu fark etti. Oğlunu telaşla aramaya başladı.
“Agit nerde?” diye seslendi. Çevredeki herkes bir anda aramaya koyuldu.
Tam o sırada, ter içinde, nefes nefese kalan Berfin bahçeye döndü. Sesi neredeyse çıkmıyordu, ama zorla konuştu, “Min lawê te dit. Min Agit dit. Îro ew zilamê gel Sadrî destê wî girt bir. Min xwe negîhandê. Heqê xwe helal bike...” (Oğlunu gördüm… Agit’i gördüm. Bugün, Sadri’nin yanındaki adam elinden tutup götürdü. Yetişemedim. Hakkını helal et…) dedi. Bu sözlerin ardından kızlarının kucağına yığılan Berfin apandisit ağrısından bayıldı.
Berfin’in söylediklerini duyan Hevi ise çılgına döndü. Bahçenin öteki ucunda keyifle oturan Kemal ve Sadri’nin yanına koştu ve yakasına yapıştı. “Agit nerede? Oğlum nerede?!” diye bağırdı.
Arkasından gelen Fahrettin ve diğer işçi aileleri de yaklaştılar. Fahrettin, Kemal’in üzerine yürüyerek bağırdı, “Berfin gördü, sabah Sadri efendinin yanında ki o adam oğlumu almış. Oğlum nerde?” dedi.
Kemal, sakinleştirmeye çalışarak, “Ben nerden bileyim senin oğlunu? Dur hele bir sakin ol arar buluruz” dedi. Sadri ise alaycı bir ses tonuyla mırıldandı: “Analık edip sahip çıksaydın ya.”
Bu laf, Fahrettin’in sabrını taşırdı. Sadri’nin yakasına yapışıp sarsmaya başladı, “Konuş! Bu sabahki adam. Nerede o adam? Berfin görmüş oğlumun elinden tutup götürmüş. Nerede o it!” dedi.
Fahrettin’den korkan Sadri, ellerini kaldırarak kendini savundu, “Tapusuz arazileri toplamak için konuşacaktık, onun için geldiydi. Sonra hemen gitti. Hem bana hesap soracağınıza Kazım’a sorun. O adam onun akrabası, evinde kalan o!” dedi.
Fahrettin bir anda Kazım’a döndü ve onun yakasına yapıştı. “Senin kanın mıydı lan o it?! Konuş oğlum nerede, o şerefsiz nerede?!” dedi.
Kazım’ın yüzü bembeyaz oldu. “Vallahi bilmiyorum. Çocuklarımın üstüne yemin ederim, bilmiyorum!” diye yalvardı.
Bu sırada Hevi, sinirden titreyerek Sadri’nin üzerine tekrar yürüdü. “Polisi çağırın! Oğlumu kaçırdılar!” diye feryat etti.
Sadri, alaycı bir gülümsemeyle, “Çağırın, çağırın. Polis size mi inanır, bana mı? Daha doğru dürüst Türkçe ifade bile veremez o Berfin!” diyerek geri çekildi. Hevi dayanamayarak Sadri’nin yüzüne tükürdü. Sadri, aniden onun karnına sert bir tekme savurdu. Hevi, iki büklüm şekilde yere yığılırken bayıldı.
Annesini öyle gören Zilan, çığlık atarak eve doğru koştu. Bahçedeki herkes dehşet içinde dona kalmıştı. Tam bu sırada, Fahrettin, Müzbah, Cafer ve Kazım Sadri’ye doğru saldırmak için hamle yaptılar, ama Sadri belinden silahını çekip doğrulttu.
“Kimin toprağında kime ağalık yapıyorsunuz lan? Çağırın polisi, hepinizi nezarete attırayım da görün gününüzü!” diye tehditler savurdu. Kemal de Sadri’nin yanında duruyordu, sessizce başını sallıyordu. Herkes gerilmişti, ama birden iki el silah sesi yankılandı.
Gözler Dursun’a döndü, ama Dursun aniden yere yığıldı. Herkes şok içinde bakarken, Dursun’un arkasında Zilan belirdi. Zilan, elinde silah ile gözü yaşlı duruyordu. Babasının salça tenekesinde olan silahı almıştı. Silahı alırken eline bulaşan salça tenini yakmıyordu ama yüreğini yakan daha büyük bir ateş vardı. Zilan Dursun’u öldürmüştü.
…
Serap öğretmen sınıfta öğrencilere bakarken, onun yerini boş görüyordu. Zilan’ın her zaman en ön sırada oturduğu, pür dikkat dinlediği o köşe şimdi bomboştu. Öğretmen masasına geçince ise çantasında daha bugün aldığı gazetenin manşeti gözünü doldurdu. Manşet görselinde ise en sevdiği öğrencisinin adı geçiyordu: “Zilan K., Haziran’da Ordu’da Yaşanan Feci Olay…”
Cama doğru yaklaşan Serap’ın kalemi elinden düştü, bakışları dalıp gitmişti. Dışarda senenin ilk karı yağıyordu. Siverek için senenin ilk karını görmek bir dilek hakkı doğururdu. Bir zamanlar geleceği için umut beslediği o genç kız, bambaşka bir hayatın ağırlığı altında ezilmişti. Bir dilek hakkı olsaydı, senenin ilk karı ile beraber onun dönüşünü dilerdi. Kar taneleri umut taşırdı belki, ama bazı dilekler sessizce gökyüzünden düşer, hiçbir zaman gerçeğe dönüşmezdi.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.