Fındıklar Altında Kardeşlik
Serap öğretmen, bahçeye indiğinde sigara içen öğrencilerine bir süre bakıp çatık kaşlarla kafasını salladı. Bu görüntü onu rahatsız etse de, içinden gelen öfkeyi bastırmaya çalıştı. Yıllardır öğrencilerinin dertleriyle ilgilenmiş, hayatlarına dokunmuştu, ama bu anlar onun en zorlandığı anlardan biriydi. O an gözleri Zilan’a takıldı. Genç kız, okulun bahçesinden içeri giriyordu. Küçük erkek kardeşi Agit’in elini sımsıkı tutarak yürüyordu. Giysileri ütülü, ayakkabıları pırıl pırıldı. Sanki bir bayram sabahına kalkmış gibi bir titizlikle hazırlanmıştı.
Zilan’ın hayatı, diğer öğrencilerden çok farklıydı. O, dört kardeşin en büyüğüydü ve ailesi, yoksul bir mevsimlik işçi ailesiydi. Kardeşinin elini bırakıp Serap öğretmenin yanına yaklaştı. Gözlerinde derin bir yorgunluk vardı, ama aynı zamanda belli belirsiz bir umut ışığı da parlıyordu.
“Serap öğretmenim,” diye hafifçe eğildi Zilan. “Karnemi almaya geldim.”
Serap gülümseyerek karnesini ona uzattı. “Harika bir dönem geçirdin. Bu kadar zorluk içinde nasıl bu kadar başarılı olduğuna inanamıyorum. Biliyor musun, bu başarı senin kadar benim de gurur kaynağım.”
Zilan, hafifçe gülümsedi, ama yüzündeki yorgunluk çok derindi. “Teşekkür ederim öğretmenim. Bu dönem çok zor geçti… Ama atlattık şükür.”
Serap, onun gözlerinin içine baktı. “Zilan, üniversiteye gitmeni çok istiyorum. Üniversite sınavına hazırlanman için elimden geleni yapacağım. Sen de gerçekten bunu istiyor musun?”
Zilan duraksadı, bakışları yere kaydı. Ailesi, özellikle babası, bu konuda ne düşünürdü? İçinden geçenleri öğretmenine anlatmak istedi, ama kelimeler düğümlendi. “Bilmiyorum öğretmenim...”
Serap bir adım daha atarak Zilan’ın omzuna hafifçe dokundu. “Bu karar senin. Senin içinde ne var? Sen ne istiyorsun?”
Zilan derin bir nefes aldı. “Ben okumak istiyorum, öğretmenim. Ama aileme yardım etmem gerekiyor. Babamlar bu dönem Ordu’ya fındık toplamaya gidecekler. Üç ay boyunca orada çalışacağım. Kardeşlerime de bakmam çalışmam lazım.”
Serap öğretmen bir süre sessiz kaldı. Zilan’ın durumunu anlıyordu. Ailesinin baskısı, ekonomik zorluklar, hepsi bu genç kızın omuzlarına yüklenmişti. Ama onun içinde bir cevher vardı ve Serap bunu kaybetmek istemiyordu.
“Ordu’dan döndüğünde, seni burada bekliyor olacağım,” dedi Serap kararlı bir sesle. “Hazırlanmaya başlarız. Eğer sen istersen, ben senin yanındayım.”
Zilan, Serap’a minnet dolu bir bakış attı. “Teşekkür ederim, öğretmenim. Gerçekten teşekkür ederim.”
O an, Zilan’ın içindeki umut yeniden alevlendi. Ailesiyle birlikte Ordu’ya fındık toplamaya gitmek, onu bir süreliğine okula ara vermek zorunda bırakacaktı. Ama Serap öğretmenin sözleri onun içinde bir şeyleri tetiklemişti. Belki de bir gün, o da bir üniversiteli olabilirdi. Ama önce Ordu’ya gitmeleri gerekiyordu. Uzun bir yolculuk onu bekliyordu, hem fiziksel hem de duygusal anlamda.
Kenarda elindeki yapışkan elma şekerini yiyen kardeşi Agit’in yanına döndü. Bir yandan ağzı yüzü şeker olan Agit’e bakarken güldü. Gözleri uzaklara daldı. Sonraki adımda ne olacağını bilmediği bir yola doğru gidiyordu.
Eve doğru giderken yolda olan bir hayrattan ağzı yüzü şekerden yapış yapış olan Agit’in ağzını yüzünü temizledi. Zilan kardeşini temizlerken “Evdekilere sakın sana elma şekeri aldığımı söyleme. Onların da canı çeker” dedi. Agit hem “R” harfini söyleyememenin hem de çocukluğun verdiği tatlılıkla “Gene alıysan söylemem” dedi. “Vay kurnaz vay, şantaj ha…” kardeşini gıdıklayan Zilan onunla eve kadar oynadı.
Eve adımlarını atar atmaz Hevi, onları sevgi dolu gözlerle karşıladı. O, Zilan’ın okumasını herkesten çok isteyenlerden biriydi. Çünkü Hevi, kendi çocukluğunda hiç okula gitme fırsatı bulamamıştı. Gün boyu ev işleriyle meşgul olan anne, ne zaman bir okulun önünden geçse, bahçede oynayan çocukları uzun uzun izler ve içindeki özlemi derinleşirdi. Eğitime olan sevgisini hiç yitirmemişti ve bu durumdan Zilan’ın da farkındaydı. Bu yüzden, tüm yorgunluğuna rağmen annesine okuma yazma öğretmeye çalışıyordu.
Hevi, her ne kadar eğitim almamış olsa da hırslı ve çalışkandı. Bu yönü Zilan’a da geçmiş gibiydi. Anne-kız arasında güçlü bir bağ vardı; ikisi de inatla zorluklara karşı mücadele ederlerdi. Zilan, sadece annesine değil, kardeşlerine de ders çalıştırırdı. Fahrettin ise, yani Zilan’ın babası, kışları bir kahvehanede meydancı olarak çalışırdı. Görevi çay taşımak, boşları toplamak ve müşterilerden hesap almaktı. Yazları ise ailecek mevsimlik tarım işçisi olarak iş bulup bir yerlere giderlerdi.
O gün Zilan ve kardeşleri karne alıp eve döndüğünde, Fahrettin’in başına bir talihsizlik gelmişti. Mürşit, kahvehanenin sahibi, onu işten çıkarmıştı. Fahrettin’in suçsuz olduğunu bildiği halde, kasada eksik para çıkması bahanesiyle onu işten kovmuştu. Asıl sebep, Mürşit’in sınıfta kalan serseri yeğenini işe alacak olmasıydı. Fahrettin, eve giderken gözleri doldu ama gururundan hiçbir şey belli etmedi. Çünkü o, evin reisi olarak güçlü görünmek zorundaydı. Eve geldiğinde daha sekiz yaşında olan Agit’i kucağına aldı. Agit’in dudaklarında kalan şekere dokunup ağzına götürdü. Ona gülümsedi ve cebindeki şekerden gizlice ona verdi. “Annen görmesin” dedi sessizce. Çocuklarının karnelerini eline alınca uzun uzun baktı. Gurur ve hüzünle dolu bir şekilde, izmaritsiz sardığı tütünden derin bir nefes aldı. İşten kovulma hüznünü bir anlık da olsa çocuklarının karnelerine olan mutluluğuyla yendi. Çocuklarının başarısı onu mutlu etmişti, ama içten içe onların geleceği hakkında kaygılanıyordu. Fahrettin onların iyi bir eğitim almasını çok istiyordu, ancak bunun maddi olarak mümkün olup olmayacağı konusunda şüpheleri vardı. Yine de çocuklarına olan sevgisi, tüm bu negatif düşünceleri bastırıyordu.
Ertesi gün, Ordu’ya gitmek için hazırlık yapılacaktı. Fahrettin çocuklarına ve eşine dönüp, “Hadi bakalım, erken yatın. Sabah yola çıkacağız, çok işimiz var” dedi. Bir oda ve bir de geniş salondan oluşan, bahçe katlı küçük ve eski bir evleri vardı. Çocuklar odada anne ve baba salonda yatmaktaydı.
Çocuklarının uyuduğunu sanan Hevi, daha Fahrettin bir şey demeden iş yerinde bir sorun olduğunu anladı. “Üzülme” dedi. “Ordu’ya fındık toplamaya gider geliriz. Daha iyi bir iş bulursun. Fındıktan alacağımız parayla bir süre idare edebiliriz.” Bu sözler, Hevi’nin kocasını ne kadar iyi tanıdığını gösteriyordu. Fahrettin, karısının bu anlayışlı tavrı karşısında duygulandı ve ona sarıldı. İkisi öpüşmeye başladıklarında, çocuklar yan odada bu sesleri duyup kıkırdamaya başladılar. Hüseyin ve Agit, bu durumu hem ayıp hem de komik buldular. Dılda ve Zilan eski bir somyada uzanmış, Agit ve Hüseyin ise yer yatağındaydı. Dılda sinirle kardeşlerine, “Yatın uyuyun, sabah işimiz var, yoksa Gurgur baba sizi çarpar” diyerek onları korkutmaya çalıştı. Gurgur baba, bölgedeki küçük çocukları korkutmak için anlatılan bir efsaneydi. Kardeşleri korkuyla ama gülerek susup yataklarına döndüler. Zilan ise onlar yokmuş gibi hayallere daldı.
Sabah olduğunda, Hevi herkesten önce ezanla kalktı. Evde su kazanında su ısıtarak peş peşe duş aldılar. Küçük çocuklar ise anneleri ve babalarının duş aldıklarını görüp aralarında yine kıkırdamaya başladılar. Dılda, onlara ayıp olduğunu hatırlatıp susturmaya çalıştı. Hep birlikte kahvaltı yaptılar. Ardından Fahrettin bir tütün sardı ve içti. Zilan, babasına kahve yaparken Hevi, pazara akşamüstü gitmeyi önerdi. “Hava o saatte daha serin olur” dedi. Fahrettin onayladı. Ama Hevi’nin asıl sebebinin, pazarda fiyatların akşamları daha ucuz olması olduğunu biliyordu. Yine de, karısının gururunu kırmamak için bu konuyu açmadı.
Pazar yerine akşamüstü giderken yanlarına Agit’i de aldılar. Sebebi ise Agit çok yaramaz olduğundan evde rahat durmamasıydı. 8 yaşında olmasına rağmen Agit; kafasını üç kez, kolunu bir kez, parmağını ise kapının arasında bir kez kırmıştı. Böyle bir rütbeye sahip olan çocuğu hiçbir anne gözünün önünden ayırmak istemezdi. Zaman zaman ev işlerine girişen anne, Agit’i gözünün önünden ayırmamak için salonda ölçü alarak ayağından ıslak bezle bağlardı. Bu sayede o işlerini hallederken Agit gözünün önünden kaçmamış olurdu. Çoğu zaman da pışmal1 ile onu sırtına bağlardı. Fakat Agit büyüdükçe Hevi’nin fıtığı artmıştı.
Mahalle pazarı iki sokak arasında kurulmuştu. Hevi, temel ihtiyaçları ucuza almak için her pazarcıyla pazarlık yaptı. Fahrettin ise çocuklarına tatlı ve çekirdek almak istedi, çünkü ailesi ile birlikte çay içerken çekirdek yiyip televizyon izlemeyi çok severdi. Pazarda eski bir arkadaşı halka tatlı ve çekirdek satmaktaydı. Fahrettin, her zamanki gibi tuzsuz çekirdek ve halka tatlı aldı. Arkadaşı neden hep bunları aldığını sordu. Fahrettin, “Bizim çocuklar başka bir şey yemiyor ki” dedi ama aslında bu bir bahaneydi. Halka tatlı en ucuz şerbetli tatlıydı ve tuzsuz çekirdeğin gramajı da tuzlu çekirdeğe göre daha fazlaydı, böylece daha çok çekirdek almış oluyordu.
Pazarda tavlacı çocuklar, Fahrettin ve Hevi’nin yanına geldi. Tavlacı çocuklar, insanların alışverişlerini evlerine kadar tavlalarıyla taşıyordu ve karşılığında biraz meyve ya da bozuk para alıyorlardı. Fahrettin, her ne kadar kendi çocuklarını çok sevse de bu tavlacı çocukları görünce onları kovardı. Çünkü bir kez kovmazsa pazar boyunca başlarına üşüşeceklerini bilirdi. Alacaklarını yanlarında getirdikleri çuvala yerleştiren Fahrettin çuvalı sırtladı. Hevi ise Agit’i pışmal ile sırtına aldı.
Eve döndüklerinde, Zilan ve kardeşlerinin beştaş oynadığını gören Agit koşup onlara katıldı. Tüplü televizyon vardı ama açmak için her zaman anne ya da babaları yanlarında olmalıydı. Anne bunu her ne kadar ders çalışmaları için yaptığını söylese de asıl sebep çocukların bir kazayla televizyonu kırabilecekleri endişesiydi.
Zilan’ın ailesi pazardan döndüğünde evde akşam hazırlıkları başlamıştı. Hevi, çocuklara sofrayı kurmaları için talimat verirken Fahrettin masaya oturmuş, her zamanki gibi derin düşünceler içindeydi. Pazarda yiyecekler arasından en ucuzlarını seçmeye çalışmış, çocuklara da bir nebze keyif verebilmek için çekirdek ve tatlı almıştı. Ancak işsizliğin ağırlığı, üzerinde bir kara bulut gibi duruyordu.
Hevi evin küçük bahçesinde kurduğu yer sofrasına tırşik, soğuk ayran ve pirinç pilavı getirip yerleştirirken dışarıdan kapı sesi geldi. “Kim o?” diye seslendi Zilan, kapıya doğru koşarken. Kapıyı açar açmaz karşılarında devbaş2 Kemal belirdi. Kemal, sıska göbekli, çelimsiz biriydi. Her zamanki gibi daha davet edilmeden sırıtarak içeri girdi.
“Selamünaleyküm, nasılsınız bakalım, hazırlıklar tamam mı?” diye sordu, içeriye buyur edilmeden sofranın başına doğru ilerleyerek.
Fahrettin, Kemal’i sofraya buyur ederken sesinde hafif bir rahatsızlık vardı, fakat bunu belli etmemeye çalıştı. “Aleykümselam Kemal, gel buyur otur, yemek yiyoruz” dedi.
Kemal, sofraya bağdaş kurarak yer sofrasına oturduğunda göz ucuyla yiyecekleri süzdü. “Eee, yarın sabah erkenden çıkacağız, yine uzun bir yolculuk var” dedi. “Her zamanki gibi hazırlıklı olun, bu sefer işler iyi gidecek. İşveren çok iyi biri, hakkınızı alırsınız.”
Hevi, Kemal’in bu sözlerine güvenmediğini yüzüne vurdu. “Geçen sene de pamuk toplamak için aynı şeyi söylemiştiniz. Zilan ile Hüseyin tam gün çalıştı ama sen ve çavuş3 Sait anlaşıp yarım yevmiye verdiniz.”
Kemal’in yüzüne sanki anlık bir suçluluk ifadesi gelip geçti. Ama bu, hızlıca yerini kurnaz bir gülümsemeye bıraktı. “Aman yenge, olur mu hiç öyle şey? Onlar küçüktü, o yüzden az verdik. Çavuş Sait’le bir ilgisi yoktu. Az topladılar, o yüzden aldıkları ücret de az oldu.”
Fahrettin, bu açıklamanın yetersizliğinden bıkmış bir şekilde söze atıldı: “Benim çocuklarım, devbaş ve çavuşların hayatları boyunca topladığı pamuktan fındıktan daha çok pamukla fındık toplamıştır. Ama ne hikmetse hep daha az para aldılar.”
Bu sözler karşısında Kemal’in yüzü hafifçe kızardı. Yine de aldırış etmeden hızlıca sofradan kalkıp kapıya doğru yöneldi. “Siz hiç merak etmeyin. Bu işveren baba gibi. Kendisi de zamanında çok yoksulmuş. Ama çalışmış, çalışmış arazi sahibi zengin biri olmuş. Geldiği yeri bilir. Çalışanı, işçiyi ezdirmez” dedi ve “ama” diyerek kısık sesle devam etti: “Ücret meselesini orda konuşacağız. Daha önce işçilerden kaynaklı bir sorun yaşamış iş veren. O yüzden. Ama merak etmeyin hallederiz.” Fahrettin kızgın bir şekilde: “Ama daha önce hiç böyle olmamıştı” dedi. Kemal gülerek: “Abi merak etme, ben sizin hakkınızı bırakırmıyım hiç? Ha, gelmek istemiyorsanız siz bilirsiniz. Ben de başka aileyi götürürüm.” Fahrettin işsiz olmanın verdiği çaresizlikle işi kabul ettiği anlamında başını salladı. Devbaş Kemal her zamanki kurnaz gülüşü ile “hadi size iyi geceler" deyip kapıya hızlıca yöneldi. Kapının eşiğinde ayakkabısını giyerken, son bir kez dönüp sırıttı. “Merak etmeyin, ben sizin hakkınızı bırakır mıyım hiç” dedi, kurnazca göz kırparak. Hevi, bu lafların altındaki ince aldatmacayı görmezden gelmedi. Sinirli bir şekilde, “İnşallah bu sefer bizi yarım bırakmazsın” dedi ve ardından kapıyı hızla kapattı.
Kemal kapının önünde hâlâ gülerek uzaklaşırken Hevi, derin bir nefes alıp içeri döndü. Fahrettin bir şey demeden yüzünü buruşturmuş, çekirdekleri masadan toplamaya başlamıştı. Hevi ise sinirle etrafı toparlamaya koyuldu. Çocuklar da sofrayı toplamaya yardım ederken Hevi, eşya hazırlıkları için talimatlar vermeye başladı. “Yastıklar, yorganlar, kalın çadır, kıyafet, erzak, sabun... Hepsini çıkartalım. Gideceğimiz yerde elektrik olur mu bilmiyorum ama biz tedbirimizi alalım. Muşamba çadırı da hazırla Fahrettin.”
Fahrettin, çadırı hazırlarken Hevi’ye dönüp, “Olmasa bile güneş paneli verirler, hallederiz” dedi. Ama onun sesi bile yorgun ve umutsuzdu.
Hevi iç çekerek, “İnşallah” dedi. Hazırlıklar bittikten sonra Hevi çocukları bir kez daha uyuttuğunu sanıp eşinin yanına yatağa geçti. Yatağa oturup başındaki beyaz yazmayı açtı, uzun siyah saçları döküldü. Fahrettin’in ona askerden sonra onu beklemesi için aldığı ayna ve kuk tarağı çıkardı. Işığa doğru yanaşarak saçını taramaya başladı. Fahrettin ise battaniyeye sarılmış, sıcak havayı hissettiği halde endişelerini paylaşmadan duramadı. “Şu kahve işinden de olmasaydım hayatta bu işi kabul etmezdim. Şu şerefsiz devbaş Kemal’e güven olmuyor. Geçen sene çavuş Sait’le yaptıkları dalavereleri unutmuyorum.”
Hevi saçlarını tararken eşinin gözlerindeki endişeyi gördü. “Yüreğini ferah tut, Fahrettin. Hele bir gidip gelelim. Ben Kamil dayımla konuşurum, belediye işine bakarız. Ama arada sırada Cuma namazlarında gözük, iyi olur.”
Fahrettin bu öneriyi hiç sevmemişti. “Şeytan görsün senin Kamil dayının yüzünü. Allah’ın unuttuğu bir kul o. Bütün memleketi faize bağladı, herkese faizle para veriyor. Arkasından herkes sövüyor, faizci diye.”
Hevi, taramayı bırakmadan sakin bir sesle cevap verdi. “Sen millete bakma. Onlar kıskanıyorlar. Adam namazında niyazında, alnı secdeden kalkmıyor.”
Fahrettin, “He he, kalkmıyor. İmam hutbede faiz haram diyor, senin Kamil dayı en ön safta imama bakıyor, ama yüzünde bir gram kızarma yok” diye karşılık verdi.
Hevi, her zamanki gibi, bu tartışmayı fazla uzatmak istemiyordu. “Sen yine de Kamil dayıma geldiğinde bir merhaba de. Beni sevdiğini bilirsin, seni de sever” dedi.
Fahrettin omuz silkti. “İş meselesini ben bir şey demeden sakın konuşma. Camiye de Allah için giderim. Allah’ın selamını da cami dışında görürsem veririm, elini sıkarım, ama cami içinde olmaz.”
Hevi bu sözlere hafif sinirlendi. “Cami içinde niye elini sıkmıyorsun?”
Fahrettin sırıtarak cevap verdi, “Ben Şafi'yim, ite dokunursam abdestim bozulur. Cami içinde abdestim kalsın ama söz, cami dışında elini sıkarım. Senin hatrına bir abdest daha alırız.”
Kamil dayısına köpek benzetmesi yapılınca Hevi, taramayı bırakıp sinirli bir şekilde ışığı kapattı ve yatağın diğer tarafına kıvrıldı. O sırada yan odada çocuklar kıkırdamaya devam ediyordu. Dılda, sinirlenip seslendi: “Yeter, uyuyun! Sabah erken kalkacağız. Kaldırmayın lan beni!”
Dılda’nın sert uyarısından sonra odadaki kıkırdamalar kesildi. Küçük kardeşler gözlerini kapatıp usulca uykuya dalarken, evin içinde derin bir sessizlik hakim oldu. Herkesin aklında yarın başlayacak olan yolculuk ve getirecekleri vardı. Rüzgar, kapının altında hafifçe esip içeriye serin bir hava getirdi. Gece ilerlerken herkes yavaşça uykuya teslim oldu.
Devam edecek…
Dipnotlar:
1: Pışmal: bebekleri kundaklama yöntemi
2: Devbaş: Mevsimlik işçileri çalışacağı bölgeye götüren, çalışanların başında duran onlardan sorumlu olan, işveren ile işçi arasındaki ilişkiyi kuran kişi.
3: Çavuş: Tarlada çalışan mevsimlik işçilerin başında duran kişi. İşi onlar ayarlar. İşçi ile arazi sahibi işverenin uzlaşmasını sağlar. Az çalışırlar ama işçiden daha çok kazanırlar.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.